Eskilerin fevkalade bir sözü var :“bana arkadaşını söyle sana kim olduğunu söyleyeyim.”İlişkilendirmeye dair çok hikmetli bir söz bence. Şunu, bana izlediğin haber kanalını söyle sana ideolojini söyleyeyim, şeklinde değiştirelim. Kişi, okuduğu gazeteden tut, izlediği diziye kadarki boşluğu bir ideoloji sarmalında tutarlı olarak doldurma ihtiyacındadır. Gazetenin haber aracı olmaktan çok bir dünya görüşünün simgesi olması yeni bir şey değil aslında. İnsanların paltolarının cebindeki, koltuk altlarındaki sıkıştırılmış gazetenin ismi dünya görüşü açısının tam olarak neresinde durduğunu da gösteriyor eskiden beri. Hatta toplumsal kutuplaşmaların keskinleştiği dönemlerde insanlar biraz da nisbet olsun düşüncesiyle gazetelerini göstere göstere okumayı marifet bildiler…
Hal böyle olunca, gazetelerin etrafında bir kemik okur kitlesi gelişti . Bu kitle kendileri adına düşünce müdafaası yapan gazetelerini adeta kutsal bir bağlılıkla sahiplendiler. Ancak televizyon ve internetin gelişiyle sahiplenilmesi gereken, desteklenmesi gereken haber kaynağı sayısı çoğaldı haliyle. Maddi manevi yük birkaç katına çıktı.
Öyleki kişi izlediği haber kanalının sunucusuna göre bile bir alt tasnif geliştirdi. Aynı haber kanalındaki iki farklı sunucudan hangisi daha özveriyle, hararetle savunuyorsa izleyenin görüşlerini, “gözbebeği” statüsü ona verildi.
İnternet haberciliği henüz yeni bir şey olmasına rağmen bu ideoloji dağıtma karnavalında rengarenk kostümlerle “biz de varız” demekteler. Hatta asrın davalarına konu olacak kadar da ciddiye alınıyorlar haklarını yemeyelim.
Türkiye’de medya el değiştirdikçe doğal olarak ideoloji de değişiyor ve güç ne taraftan esiyorsa ona göre yeni bir “mutlak haklı” ilan ediliyor. Medya Kutuplarından bahsedeceksek ,eskiden Kartel Medyası ve Diğer’lerinden bahsetmek mümkünken, şimdi havuz medyası, yandaş medya, gülen medyası, ulusalcı medya, kürt medyası…diye uzayıp gidiyor liste.
Medyaya ideolojik gücünü veren şey durum tanımı yapma becerisidir. Bu çok mühim bir mesele. Çünkü insanlar bu durum tanımlarına göre bilgilenmiş gerekirse bu tanımlara göre harekete geçmiş oluyorlar. Mesela geçtiğimiz yıllarda yaşanan Ortadoğu’daki ayaklanma dalgalarının “ Arap Baharı” olarak tanımlanması buna en iyi örnek. Oysa aynı olayları bir başka medya “halk ayaklanması” veya “asilerin başkaldırışı” olarak sunmuştu. Birinin devrim diye sunduğu haber, diğerinde kamunun yağmalanması olarak tanımlanabiliyor. …
Bir ölüm haberinin sunumunu ele alalım ; Tahir Elçi’nin öldürülmesini farklı medya kanallarında farklı terkipler gördük; devletin kurşunuyla öldüğü, kim vurduya gittiği, ihmal sonucu öldürülmüş olduğu veya Pkk’nın infaz ettiği….Net ifadeler kullanmaktan kaçınsalar da “iddia ve şüphe” kelimelerini yargılarının sonuna koyarak ideolojik formasyonu tamamladılar.
Kim öldürmüştü peki?
Bunu bilemeyeceğiz bir süre daha ancak kişi hangi medya kanalını “güvenilir” statüsünde görüyorsa onun sunduğu şekliyle hatırlayacak olayı, yargılamalar sonucunda davanın kapanışı hangi cümleyle biterse bitsin.
Medyanın etkileme gücüyle ilgili farklı yaklaşımlar var. İlki Soğuk savaş dönemindeki medyaya dair bir yaklaşım. Yani haberin adeta dinleyicinin damarlarına şırıngalandığını savunur ve kişinin haber karşısında neredeyse tamamen pasif kaldığını iddia eder. Bunu savunanların delillerine baktığımızda Nazilerin propaganda amaçlı radyoyu çok etkin kullanışı ve yine Sovyetlerin medyayı bir ideoloji dağıtma aygıtı olarak görmesini örnek verirler.
Ancak liberal medya analizine göre, kişi haberleri ayıklar, seçer, yorumlar. İnsan haber karşısında çaresiz midir ya da haberin kabulü rızaya mı dayanır tartışması uzayıp gider…
Medyayı sadece devletin tekelinde gören inatçı bir kafa olsa da, piyasanın tanrısı, silahın tanrısı, iktidarın tanrısı modernizm ile çoktan ayrılmıştı. Ve medya dördüncü kuvvet olarak sunulmasına rağmen, kendisinden öncekilerin toplamına eşit bir konumu var. Herkes kendi mahallesinin denetimini eline alıp finansal, siyasal, kültürel özerkliğini ilan ettiğinden beri tek merkezli bir güçten bahsetmek mümkün gözükmüyor.
Herşey bir yana, asıl kahredici olan şu ki ; medyanın ideolojik tavır alışı sebebiyle farkındalığı yüksek insanlar haberleri eleştirel gözle okumayı ileri boyutlara taşıdıkları için yapılan hukuksuzluklara anında tepki gösterme refleksleri zayıflıyor. İyi insanların çoğu “sahte haber” paranoyası yaşıyor kronik bir hastalık gibi.
Misal bir katliam haberi sürülüyor manşetten ancak o kadar sabıkası kabarık bir haber kaynağı ki, yalancı çoban hikayesini çağrıştırıyor, gerçek bile olsa “bekleyelim bakalım “ temkinliliği alıp başını gidiyor. Tabii şırıngayla haberi damarlarına aşırı dozda alanları kasdetmiyorum, onlar haberi alır almaz amigolar, holiganlar gibi bağırmaya çağırmaya başlıyorlar bile. Vicdan sahibi, ihtiyatı elden bırakmayan insanlar uzun süre seyirci kaldığı bir süreç başlıyor böylece ; sahte delil üretme, çarpıtma, pireyi deve etmenin ideolojik bir enstrüman haline gelmesi sebebiyle.
Bir Caminin yakılışı
Kurşunlu Camii yakıldı. Cayır cayır yandı bir mabed. İnananlar için üzüntü veren manevi kısmı bir yana bir ortak bellek ürünü olan tarihi miras küle döndü. Can yakıcı olan bu durum medya aracılığı ile yine bir silaha dönüştürüldü . Medya kutupları bu yanan topu birbirine fırlattı durdu. Sen yaktın, hayır ben yakmadım asıl sen yaktın…
Medyanın otlattığı fanatikler birbirlerinin kalesine gol atma meselesine dönüştüre dursun, vicdan sahiplerinin payına yine gerçeğin aydınlanması için talepkar olmak ve beklemek düşüyor, kimin katil, kimin haksız, kimin camiiyi yaktığını anlamak için. Anlaşılan o ki, bazı olaylar kriminal ve hukuki olsalar da aslında hakimin, savcının ve avukatın rolünü medyanın üstlendiği bir mizansenin teatral senaryosuna dönüşüyor.