Kayseri’de yaşanan olaylar, Türkiye’de provokasyona acık bir iklimin olduğunu gösteriyor. İslam ve modern hukukun ortak bir ilkesi var. O ilke suçun şahsiliği ilkesidir. Hukuk bilincinin egemen olduğu bir toplumda işlenen bir suç, suçu işleyenin dini ya da etnik grubuyla özdeşleştirilemez. İşlenen bir suç sonucunda suçlunun grubunu suçlu ilan etme ilkel yargılama mantığıdır. Toplu linç girişimleri ise asla kabul edilemez. Olay ile hiç ilgisi olmayan kişilerin işyerlerinin yağmalanması girişimi reddedilmelidir. Bir olaya taraf olan suçlu yakalanır, yargılanır ve cezalandırılır. Olay bu kadar basittir. Suç işeyen bir Türk ya da Kürt üzerinden bütün Türkler ve Kürtler suçlanamayacağı gibi, suç işleyen bir Suriyeli üzerinden Araplar suçlanamaz. Çünkü kolektif yargılama ilkel hukuk mantığıdır.
Kolektif yargılama faşizme ve emperyalizme ait bir yaklaşımdır. Müslüman zihin hiçbir etnik grubu toptan suçlayıp mahkum edemez. Genel ilke insanların eşitliği ilkesidir. Hz. Peygamber’in ” Arabın Arap olmayana üstünlüğü yoktur” ilkesi, hiçbir etnik grubun diğerine üstün olmadığını gösterir. Etnik aidiyet insanın tercih edeceği bir özellik değildir. Bu yüzden etnik aidiyet üzerinden bir üstünlük vurgusu ahlaki değildir.
Kayseri’deki vahim olay üzerinden, okullarda okutulan Arapça dersleri sorumlu tutan ilkel zihnin ürettiği Arapça ve Araplara olan karşıtlık söylemi, hukuk bilincinden yoksun faşist bir zihnin ürünü olabilir. Bu eleştiri biçimi bir Türk suç işlediğinde Türkçe ve Türkleri suçlamak kadar akıl dışıdır.
Türkiye’de yabancı karşıtlığının sadece Araplar üzerinden yürümesi, Türk modernleşmesinin olumsuz bir mirasıdır. Hatırlanacağı gibi yabancı tabela karşıtlığı, sadece Arapça tabelalar üzerine yoğunlaşmış, İngilizce ve diğer dillerdeki tabelalar yasaktan muaf tutulmuştur. Aslında hedef sadece Arapça olmuştur. Bu anlamda Türkiye’de yabancı karşıtlığı yok, Arapça ve Arap karşıtlığı yok. Çok daha derinde ise Türk modernleşmesinin İslam ile olan olumsuz ilişkisi söz konusudur.
Kayseri’deki olay Türkiye’de hukuk bilincinden yoksun ulusalcı/ milliyetçi / muhafazakar/ seküler sorunlu bir siyasal anlayışın ve zihniyet dünyasının egemen olduğunu gösteriyor. Bu siyasal anlayışın Avrupa’da olduğu gibi Türkiye’de de yükselişi üzerinde düşünmek gerekir. Türkiye gibi dini ve etnik bakımdan çoğulcu bir toplumda milliyetçiliğin yükselişe geçmesi, toplumsal barış açısından tehlikelidir.
Türkiye’yi oluşturan etnik gruplardan birini dışlayarak, ötekileştirerek üretilecek bir siyaset, bu ülkenin hayrına değildir. Bu yüzden çoğulculuğu kapsayacak siyasi anlayışlara destek vermek gerekir.
Hiç kuşku yok ki, Türkiye’nin mülteci siyaseti sorunludur. Mülteci sorununun iyi yönetilememesi, sağlıklı bir politikanın üretilmemesi sosyal sorunlara kaynaklık ediyor. Ancak mültecileri Ötekileştirip, tüm sorunların kaynağı gibi görmek yaklaşımı, sorunun asıl kaynağını ıskalamak anlamına gelir.
Öte yandan, Anadolu gibi göç sosyolojisinin şekillendirdiği topraklarda ırkçı bir yaklaşımın oluşması kabul edilemez. Bu yabancı karşıtı ırkçı yaklaşımın siyasette taraftar bulması ise çok daha vahimdir.
Bizim müslüman olarak ötekimiz farklı etnik gruplardan olan, bizim gibi inanmayan, bizim gibi düşünmeyen insanlar değildir. Ötekimiz hangi etnik gruptan olursa olsun zalimlerdir.
Aliya İzzetbegoviç, hepimizin üzerinde düşünmesi gereken bir milliyetçilik analizi yapar: “Bilgisiz kimselerin zihinlerinde kargaşa yaratmak için başvurulacak ilk ve en etkili yol, milli olanla milliyetçi olan arasındaki farkı gözden kaçırmaktır. Aslında bu fark bazen sevgi ve nefret arasındaki fark kadar büyük olabilir. Milli duyguları olan bir insan, kendi halkını sever, onların kusurlarını da erdemlerini de kendi üstünde taşır, o halka aittir. Bir milliyetçi ise kendi halkını sevmekten çok başkalarından nefret eder, daha da önemlisi, uygulamada, başkalarının mülkü olan şeyi ister. Başkalarına ait farklılıkları boğar, hoşgörüsüzdür, fiziksel baskı uygular. Kendisine ait olanı savunmaz, olmayanı da ister. Aşırı milliyetçiliğin özünde Tanrı’ya inanç yoktur. Dünyanın bütün büyük dinleri şu basit hakikati öğretmeye çalışır (ve bütün hakikatler basittir): Sana yapılmasını istemediğin şeyi sen de başkasına yapma. Ya da öyle hareket et ki, davranışların herkes için geçerli olsun; ne sana göre değişsin ne de başkalarına göre” (Aliya İzzetbegoviç, Dnevni Avaz, 8 Nisan 1999)
Arap milliyetçiliği, Türk milliyetçiliği, Kürt milliyetçiliği, Fars milliyetçiliği felsefi olarak aynı ilkelerden hareket ederler. Ancak birbirlerinden nefret ederler. Bu yüzden milliyetçilik kuşatıcı evrensel bir felsefe, hukuk ve adalet anlayışı üretemez. Bir milliyetçinin ötekisi, diğer milliyetçiliklerdir. Çünkü milliyetçilikler diğer milliyetçilikleri kendi rahminde döller ve büyütür.
Aşırı milliyetçilik ve faşizm hukuk bilincinden yoksundur. Suç işleyen bireyi değil ait olduğu grubu suçlu görür. Bu yüzden olayla hiç ilgisi olmayan masum insanlara saldırmaktan çekinmez. Çünkü faşiste göre kişi değil, etnik grup suçludur. Dolayısıyla o etnik gruba ait olan herkes suçludur. Bu yüzden faşist, toplu katliamları meşru gören bir zihnin yapısına sahiptir.
Asıl sorun suç işlenmesinden çok suçu ve suçluyu koruyan ya da suçla ilgisi olmayanları linç etmeye kalkışan ve bunu meşru gören kültürdür.
Kayseri’deki olay her yönüyle analiz edilmelidir. Olayın bir yönü hukuk bilincinin eksikliği, bir yönü linç kültürü onaylayan toplumsal zihniyet, diğer yönü fail Suriyeli olmadığı zaman çocuk ve kadın istismarına karşı gerekli tepkiyi vermeyen toplumsal çürümüşlüktür.
Çocuk ve kadın istismarına değil de bu eylemi kimin yaptığına göre tepki gösteren anlayış hukuk değil, faşizm üretebilir. Ne yazık ki, Türkiye’de suçu işleyene göre tavır belirleyen bir anlayış yaygınlaşıyor. İstismarı Suriye’yi değil de Türk yaptığında üzerine kapatmaya çalışan ahlakçılık, Suriyeli yaptığında en yüksek perdeden tepki veriyor. Bu suçluyu etnik kimliğine göre değerlendiren hastalıklı bir zihniyettir.
Kayseri’de yaşanan vahim olay, Türkiye’nin asıl sorununun hukuk ve ahlak sorunun olduğunu gösteriyor. Ahlak ve hukukla bağdaşmayan linç kültürünün taraftar bulması da bir başka sorun alanıdır. Toplumda yükselen faşizm dalgası herkese zarar verme potansiyeli taşıyor. Amacımız, hukuk ve adaleti temel alarak yeni bir toplumsal sözleşmenin izini sürmek olmalıdır.