Aslında felsefenin ne işe yaradığından önce İslam dünyasında felsefenin ne anlama geldiği üzerine durmak gerekir. Bilindiği gibi İslam Devletlerinin sınırları genişledikçe çevre kültürlerle yüz yüze gelmesi kaçınılmaz olmuştur. Bunun sonucunda başta Yunan, Hint ve İran düşüncesiyle etkileşim başlamıştır. Bu etkileşimler arasında baskın olanı kuşkusuz Yunan felsefesi idi. İskenderiye, Antakya, Harran okulları üzerinden felsefenin İslam dünyasına girmesinde Süryani çevirmenler büyük rol oynamışlardır.
Bu çeviriler sırasında felsefe ve din gerilimi de yaşanmaya başlamıştır. Bu gerilim sonucunda Gazali, felsefenin yarattığı etkiye karşı, kapsamlı bir felsefe eleştirisine girişmiştir. Daha sonra İbn Rüşd Gazali’ye cevap vermesine karşı, Gazali’nin felsefe eleştirisi, din- felsefe tartışmalarında baskın referans olmuştur. Gazali’nin eserinin ismi Tehafüt el-Felasife (Filozofların Tutarsızlıkları) olması bile yeterince bilgi vericidir.
Zaman içinde din- felsefe ilişkileri çeşitli düzlemlerde devam etmiştir. En son Fatih’in huzurunda yapılan tartışmada Gazali geleneğini savunan Hocazade’nin galip gelmesi, felsefeye bakışı olumsuz etkilemiştir. Böylece Gazali- İbn Rüşd arasında başlayan tehafüt geleneği Hocazade ile kapanmıştır. Osmanlı medreselerinde genel bakış açısı Gazali’nin anlayışı olmuştur.
Cumhuriyet Dönemi’nde felsefe karşısında takınılan tavır, bir taraftan Osmanlı’dan gelen olumsuz tavırla, diğer taraftan da, bu dönemde tercih edilen anlayışa tepkiyle beslenerek olarak ortaya çıkmıştır. “1920-33 yılları arasında yani Cumhuriyet Dönemi’nin ilk yıllarında İstanbul Darülfünun’a çağrılan 21 yabancı öğretim üyesinin hemen hepsi Fransızdır. Bunlar içinde Max Bonnafous 1927- 1929 yılları arasında İçtimaiyat ve Ahlak derleri vermiştir. Böylece 1915-1918 arasında yerleştirilmek istenen Alman modeli, Mütareke’nin de etkisiyle gücünü yitirmiş, onun yerine 1926-1933 yılları arasında Fransız modeline yeniden geçiş yapmıştır.”( Mehmet Vural, Tanzimat’tan Günümüze Türkiye’de Felsefe, Elis yayınları, s:48)
1933 yılında yapılan Üniversite Reformu, Cumhuriyet Dönemindeki felsefe anlayışı bakımından köklü bir değişiklik getirmiştir. Cumhuriyetin ilk yıllarındaki Fransız felsefecilerin hakimiyeti yerini Alman ekolüne bırakmıştır. Bu ekolün felsefesi ağırlıkla pozitivist bir anlayışa dayanıyordu. “ 1933 Üniversite Reformu’nu izleyen 25 yıl içerisinde felsefe bölümünde Hans Reizhenbach, Ernst Von Aster, Walter Kranz, Heinz Heimsoeth ve Joachim Ritter olmak üzere beş Alman öğretim üyesi görev yapmıştır. 1933 Üniversite Reformu ile Türkiye’ye davet edilen felsefeciler içerisinde Türk felsefe hayatına en fazla etki eden isim Hnas Reichenbach olmuştur. Viyana Çevresi’ne yakın düşünürlerden Reichenbach’ın metafiziği reddeden felsefesi, Üniversite Reformu’nu gerçekleştiren zihniyetle büyük ölçüde örtüşmekteydi. Pozitivist yaklaşım Reichenbach vasıtasıyla felsefe bölümünde büyük bir ağırlık kazanmış olsa da Erns Von Aster’in felsefe tarihi profesörü olarak getirilmesiyle tarihsel ve analitik yaklaşımlar arasında denge sağlanmıştır.”( Mehmet Vural, Tanzimat’tan Günümüze Türkiye’de Felsefe, Elis yayınları, s:62)
Metafiziği reddeden bu anlayışın yerleşmesiyle, yeni yetişen Türk felsefeciler büyük ölçüde bu felsefenin etkisi altına girmişlerdi. Hiç kuşku yok ki, Üniversite Reformu, Cumhuriyetin idealleri doğrultusunda bir eğitimin gerçekleştirilmesi içindi. Nitekim reformun uygulayıcısı olan Reşit Galip, Üniversitenin Cumhuriyetin getirmek istediği anlayışa uygun hareket etmediğini, reformları savunmada yetersiz kaldığını savunuyordu. Aslına bakılırsa Üniversite reformunun amacı, Üniversite eğitimini dönüştürmekti.
Cumhuriyetin izlediği pozitivist gelenek ve bunun sonucunda metafizik ve dine karşı olan oluşsuz tutum, felsefeye karşı olan olumsuz tutumu beslemiştir.
Aslına bakılırsa felsefenin tamamına karşı bir olumsuz turumun varlığını da kabul etmek gerekir. Şu paragraf bu tutumu çok iyi anlatmaktadır: “Kendisiyle ilk kez tanıştığı Yusuf Akçura’nın “Ne tahsil ediyorsun?” sualine “Felsefe tahsil ediyorum.” Cevabını veren Mehmet İzzet’e bu ünlü Türkçümüz şöyle der:
Bize filozof değil, demirci lazım!
Bu tavsiye karşısında ne diyeceğini bilemeyen zavallı Mehmet İzzet daha sonra şu itirafta bulunmaktan kendini alamayacaktır:
“O zamandan beri, başkalarına felsefeden bahsetmeye ne kadar heves duysam da yine biraz korkarım.”(Dücane Cündioğlu, Felsefe’nin Türkçesi, Kapı Yayınları, s:21)
Viyana Çevresi Filozoflarının temsil ettiği pozitivist felsefe geleneği sadece felsefeyi değil, ilahiyat eğitimini de derinden etkilemiştir. İhsan Süreyya Sırma’nı anısı bu durumu açıklayıcı niteliktedir. “Bir hocanın kapısının önünden geçtim. , doğrusu oraya girmek istemedim; ama beni gördü, çağırdı. " Gel, Süreyya gel" dedi. Gittim. " Gel, Avrupa'ya gidiyormuşsun!" dedi. "Öyle nasip oldu, sınavı kazanmışız " dedim. " Neyse, burada adam olmadınız, orada olursunuz" dedi. İyi, adam olacağınız yok. " Söyle bakalım, ne içersine çay, kahve" dedi. " Hocam, Ramazan" dedim." "Ayol, sen bu kafayla mı gidiyorsun Avrupa'ya? dedi. " Oraya gidince dinsiz mi olacağım " dedim. " Seni orada düzeltirler" dedi, ama elhamdülillah orada daha iyi olup geldik. İşte böyle hocalarda yetiştik. O hoca Bahriye Üçok 'tu. (İhsan Süreyya Sırma Kitabı, Pervari'den Paris'e, Adnan Demircan, Beyan yayınları)
Kuşkusuz, Cumhuriyetin ilk yıllarındaki anlayışın zamanla etkisini yitirmesi sonucunda, İslam felsefesi yavaş yavaş gündeme gelmeye başlamıştır. Kuşkusuz felsefeye karşı olan olumsuz tavır önemli ölçüde ortadan kalkmasına karşın bazı çevrelerde etkisini hala sürdürmektedir.
Felsefenin eleştirel düşüncenin geliştirilmesi açısından büyük bir etkisinin olduğu açıktır. Felsefe bizi farklı düşüncelerle karşılaştırılır. İnsanlara karşı daha çok hoşgörülü olmamızı sağlar. Dünyada herkesin bizim gibi inanmadığı, bizim gibi düşünmediği, bizim gibi düşünceleri olmadığını kabul etmek zorundayız. Bunu bize felsefe okumak kazandırır. Felsefe bizi birbirinden çok farklı düşüncelerle karşılaştırır; farklı anlayışlara kapı aralar.
Bütün bu olumlu özelliklerine karşın felsefeye başka misyonların yüklenmesi doğru değildir. “Felsefe kurtarıcı olabilir mi?”, sorusuna evet cevabını vermek de o kadar kolay değildir. Felsefi faaliyet içinde birbiriyle tutarsız, birbirine karşıt yüzlerce görüş vardır. Felsefe, birbiriyle tutarlı bir dünya görüşü ortaya koymaz. Kendi içinde tutarlı anlayışlar oluşturur. Dolayısıyla yalın anlamda felsefenin bizi götüreceği bir hakikat yoktur. Bu gerçeğin farkında olan Ptagoras, felsefeyi hakikati bulma değil arama çabası olarak tamamlamıştır.
Biz ise felsefeye kurtarıcı bir misyon yüklüyoruz.
Hiçbir insan tarihin dışına ve üstüne çıkıp, bütün zamanlar için geçerli değişmez ve eskimez bilgiler üretemez. İnsan bilgi düzeyi, konumu ne olursa olsun tarihseldir, bilgisi sınırlıdır. En sorunlu olan durum ise ontolojik olarak tarihsel olan insanı tarih dışına taşıyıp Tanrılaştırmaktır. İdeolojiler, liderlerini Tanrılaştırılır. Görüşlerinin bütün zamanlar için yol gösterici olduğuna inanırlar. Düşünen, sorgulayan bir insanın buna inanması mümkün mü?
Bilginin kötülüğü önlediği (bilim, felsefe, edebiyat) yaygın bir kanaattir. Aydınlanma felsefesinin son üç yüz yılda yarattığı bilgi birikimi modern Batı düşüncesini doğurdu. Son üç yüzyılda dünyada olan kıyımlar tarihin her döneminden daha fazladır. Dolayısıyla bilgi ve adalet arasında doğrudan ilişki kurulamaz. Doğru ilişki kurulacak olan bilgi ile ahlak arasındadır.
Kuşkusuz emperyalizm, çok sağlam bilgi sistemi üzerine kuruludur. Emperyalizmin oluşumunda modern bilginin büyük bir etkisi vardır. İnsanı insan yapan bilgi değil, bilgiyi nasıl ve ne şekilde kullandığıdır. Batılıların modern bilginin gelişimi olan son üç yüz yıllık dönemde Afrika ve dünyanın geri kalanını talan ettiler. Bilgi-ahlak ve adalet ilişkisini yeniden tartışmak gerektiği açıktır. İnsanın saldırganlığını, açgözlülüğünü önleyen bilgi değil ahlaktır.