Cumhuriyetin kuruluşunun üzerinden yüz yıla yakın bir zaman geçti. Geçen zaman Cumhuriyet üzerindeki tartışmaları bitirmeye yetmedi. Öyle görülüyor ki, tartışmalar daha uzun süre devam edecek. Aralarında tartışmalar olsa da toplumsal katmanlar cumhuriyet projesi üzerinde mutabakat sağlamış durumdadır.
Burada en büyük anlaşmazlık konusu, özellikle Tek Parti Dönemi adı verilen dönemde Cumhuriyet projesi adı altında ortaya konan uygulamalardır. Cumhuriyet düşüncesinde birleşiyor olmak Tek Parti Döneminin eleştiriden azade kılmaz. Daha sonraki dönemlerde Kemalizm adına devleti sahiplenmiş Tek Parti ideolojisini niye sahiplenelim ki. 27 Mayıs darbesini Cumhuriyet adına sahiplenip "Hürriyet ve Anayasa Bayramı" olarak kutlayanlarla, Menderesi asanları alkışlayanlarla, 28 Şubat'ta dindarlara baskı yapanlarla niye aynı ideale sahip olalım ki. Sol-Kemalist-Ulusalcı aydınların, Türkiye'nin demokratik kazanımlarının başladığı 1950 yılını karşı devrim olarak gören anlayışına ses çıkarmayalım mı? Her konuda eleştirel düşünceyi savunan Felsefe profesörleri bile söz konusu Tek Parti Dönemi olunca, Kemalizm olunca, Cumhuriyetin kuruluş döneminde yapılanlara eleştirel bakanlar olunca, eleştirisizliği ön plana çıkarıyorlar. Herkesin aynı şeyleri düşünmesinden mutlu oluyorlar. Bu eleştirel düşünceyi savunanlar açısından son derece hazin bir durumdur.
Cumhuriyet projesini savunmak, Mahir İz’in verdiği bilgileri görmezden gelmemizi sağlamamalıdır: "Hüseyin Avni Ulaş Elazığ İstiklal mahkemesine verilir. Mahkeme kendisi hakkında beraat kararı verince Hüseyin Avni Ulaş dayanamaz ve "bu mahkeme çok namuslu insanı asmıştır. Bizim namusumuzda bir eksiklik mi gördü ki bizi asmadı" diyerek beraat kararını reddeder. Mahkeme bu söz üzerine Hüseyin Avni beyi ömür boyu sürgün cezasına mahkûm eder."(Mahir İz, Yılların İzi)
Benzer şekilde Cumhuriyetimizin kurucu metni olan "İstiklal Marşını " yazan Mehmet Akif’in, başına gelenleri önemsiyoruz. Cumhuriyeti hangi gerekçe ile savunuyorsa kabul ediyor, hangi gerekçeyle anlaşmazlığa düştüyse onu da onaylıyoruz.
Nurettin Topçu’nun Cumhuriyet’in kuruluş yıllarına yönelik yaptığı eleştirileri de önemsemek gerekir: "1923'te Meclis kendi kendini dağıttıktan sonra toplanan ikinci Meclis'se bir tek muhalif giremedi. Onların hepsi Ankara'dan kahramanca ayrıldılar. Yıldırım'la Hacı Bayram'ın ruhaniyetini yaşatan, birinden heyecan, öbüründen iman hayatı olan, üç yıldan beri Mehmet Akiflerin, Hüseyin Avnilerin, Ziya Hurşitlerin iman ve heyecanları ile çalkalanan Ankara, o günden sonra muhteşem taş kütleleriyle dolu ölü bir şehir, bir servet ve sefahat şehri, ihtiraslar için bir devlet şehri olacaktı. Bir gün gelecekti ki zaferin de devletin de gerçek sahibi serveti de devleti de kan terden ve ecdat kemiklerinden yapılmış bir takızafer halinde kazana köylü,bu şehrin caddelerine bile sokulmayacak. İşte o zamandan sonra ecdadın ruhu ile beraber Hüseyin Avni de bu şehre yaklaşmaktan iğreniyordu."(Nurettin Topçu/Millet Mistikleri.)
Cumhuriyet üzerine yapılan tartışmalar şunu gösterdi: Her toplumsal kesimin bir Cumhuriyeti var ve bunlar asla aynı şeyleri ifade etmiyor. Atatürk ve Dönemine yönelik en küçük eleştiriyi vatan haini gören anlayışın İŞİD'ten hiçbir farkı yoktur. Her konuda eleştirelliği öne çıkaran zihinler konu Atatürk olunca mutlak biat kültürünü öne çıkarıyorlar. Bu tutum asla kabul edilemez. Atatürk, insandı ve insanların sahip olduğu bütün zaaflara sahipti. İnsanları kutsallaştırıp eleştirinin dışına taşımak kabul edilemez. Sanıyorum tasavvuf kültüründeki şeyhi kutsama ve ilahlaştırma sapkınlığı, Mustafa kemal üzerinden üretiliyor. Cumhuriyeti kuran kadronun saygıdeğer çabalarına saygı duymak ayrı, buradan "olmasaydın olmazdık", "ölümsüz Atatürk" gibi bir anlayış çıkarmak başkadır.
Hiç kuşkusuz saltanat, hilafet, padişahlık, tek partili cumhuriyet, dini veya askeri diktatörlükler, tek partili cumhuriyet tasarımlarına karşı; demokratik cumhuriyeti, çoğulculuğu, seçimi, hukuk devletini önemsiyor ve savunuyorum. Düşmana karşı verilen Kurtuluş savaşını önemsiyor ve savunuyorum. Birinci meclisin temsil ettiği ruha saygı duyuyorum. Ancak daha sonraları Yeni devletin oluşumu sırasında yaşanan kanlı iktidar kavgalarını, tek parti döneminin halkı canından bezdiren uygulamalarını, çok partili dönem başladıktan sonra Kemalizm’e yaslanarak darbeler yapanları asla benimsemiyorum.
Ne kadar otoriter olursa olsun, ne kadar devlet bürokrasisine hakim olursa olsun hiçbir rejim değişime direnemez. Kemalizm CHP üzerinden 1950'ye kadar il başkanları vali olacak biçimde bürokrasinin tüm katmanlarına egemendi. Ancak bu hakimiyet 1950'de yapılan ilk genel seçimlerde kaybetmelerini engelleyemedi. Bu yüzden Kemalistler demokrasiye karşı güçlendirilmiş bürokrasi ile toplumsal değişime direnmeye çalıştılar. Kuşkusuz Anayasa mahkemesi Yargıtay, Milli Güvenli Kurulu ve Cumhurbaşkanlığı Kemalizm’i halkın siyasi yönelimlerine karşı barikat oluşturma hedefine dönüktü.
Toplumsal temeli fazla güçlü olmayan Kemalizm’in ordu bürokrasisi üzerinden kendini dayatması anlaşılabilir bir durumdur.
2002 yılında iktidara gelen Ak Partinin en büyük başarısı sivil siyasete karşı, askeri ve sivil bürokrasinin arkasına sığındığı Kemalizm ile devlet kurumları arasındaki bağı parçalaması oldu. Kemalizm arkasındaki askeri ve sivil bürokratik destek çekilince sivilleşmek zorunda kaldı. Ancak yıllarca bürokrasinin aydınlanmacı ve laik dilini kullanan bir ideoloji için, toplumla sağlıklı iletişim kuracak bir dil oluşturmak çok kolay değildir. Bundan dolayı Kemalizm’in sivil alanda en çok işbirliği yapacağı dil ulusalcılık üzerinden örgütlenen Doğu Perinçek anlayışıdır. Ne ki Doğu Perinçek tipinin otoriter anlayışı, Kemalizm’in sivilleşme imkanını tümüyle tüketmektedir. Çünkü Doğu Perinçek türü siyasal anlayışın otoriterliğe dayanan dili, toplumsal zeminle sağlıklı iletişim kuracak dile sahip değildir."
Her döneme uygun bir Kemalizm üretildiği için Kemalizm üzerine sağlıklı analizler yapmak kolay gözükmüyor. Benim ulaştığım sonuç, Kemalizm’in Türk milliyetçiliği ile batıcı-modernizmin koalisyonu olduğudur. Bunun dışında üretilen Kemalizm anlayışları gerçekçi olmadığı için üzerlerine sağlıklı analizler yapılamaz. (Aynı şekilde Muhafazakarların Balıkesir hutbesinden yola çıkarak ürettikleri Kemalizm portresi de gerçekçi değil, konjonktüreldir.)
Eleştiri yapmak ile hakaret etmek arasındaki ahlakı farka dikkat etmeyen kişi, kuşkusuz bilgi ve irfandan yoksun fanatik bir taraftarıdır. O bilginin değil üstünlüğün peşindedir. Kuşkusuz seçicidir. Özgür düşünce taraftarı olduğunu ispat etmek için, seçmeci davranarak eleştirilerini sadece İslam tarihindeki yanlışlıkları ve onun ürettiği zihinsel yapı üzerinden yapar.
Tek Parti döneminde üretilmeye çalışılan otoriter düşünce üzerine tek bir eleştirel metin yazmaz. Aslında niyeti eleştirel düşünce falan değil, eleştirel düşünceyi araçsallaştırarak tek yönlü kullanmaktır. Bu davranış biçiminin ürettiği zihinsel yapı son derece çıkarcıdır. Eleştirel düşüncenin faziletini savunurken bazı konuları ustalıkla eleştirinin dışına taşıyan bir uyanıklık var burada. Kafir, müşrik nitelemeleri ile cumhuriyet düşmanı, gerici, yobaz nitelemeleri kendisinden farklı düşünceyi engellemek ve eleştirisizliği hakim kılmak için kılıç gibi kullanılan nitelemelere dönüştü. İkisi de farklı yorumdan hoşlanmayan, farklı yorumları tehdit olarak gören, Harici bir zihinsel yapının iki yüzüdür.
İngiltere meşruti monarşi; Libya, Suriye, Kuzey Kore ve Küba cumhuriyet ile yönetilmektedir. Önemli olan rejimin ismi değil, üstüne kurulduğu değerlerdir. Türk siyasetinde 1950 den beri süren kavga, rejimin içinin nasıl doldurulacağı kavgasıdır. Bu kavganın en şiddetli dönemlerinden biri de Ak Parti iktidarı dönemidir.
Cumhuriyet modernleşmesinin en büyük yetersizliği modernlik ile dindarlık arasında kabul edilebilir bir beraberlik oluşturamamasıdır. Hala dindarlar ve modernler birbirine güvenmiyor; dahası düşman olarak görüyor. Biri için diğeri kazanımlarını ortadan kaldıran bir düşman. Bundan dolayı dindarlar, tek parti döneminde dışlanma ve baskının verdiği psikolojiye cumhuriyetin kurucu partisi CHP ne mesafeli davrandılar. Dindarları demokrasi, laiklik, insan hakları gibi kavramlara yaklaştıran 28 Şubatta süreci ve 15 Temmuz kalkışması oldu. Bu sentezin nasıl bir sosyolojik sonuç doğuracağı merak konusu gerçekten… Muhafazakâr dindarların cumhuriyetin merkezi değerlerine yakınlaşması enerjilerini tüketecek mi yoksa artıracak mı?
Cumhuriyet teorisi, hukuk devleti, temel hak ve özgürlükleri ve demokrasi olmadıkça savunulur bir şey değildir. Dünyadaki bütün otoriter yönetimler kendilerini Cumhuriyet olarak adlandırırlar. Bundan dolayı Tek Parti Dönemi cumhuriyet uygulamaları savunulur değildir. Hatta Türkiye’nin hukuk devleti ve demokrasi yolunda attığı adımlar, Tek Parti döneminin ortadan kalktığı 1950 seçimleri sonrasıdır. Ne yazık ki, sol/seküler Kemalistler demokrasinin gelişmeye ve büyümeye başladığı 1950 sonrasını çöküş olarak görürler.
Çelişki şu ki, Türkiye’nin demokrasi konusunda ki bütün kazanımları Kemalistlerin gerici dediği iktidarlar tarafından sağlanmıştır.
Sol Kemalistler ise demokrasinin önünde perde olan 27 Mayıs Darbesini yıllarca demokrasi bayramı olarak kutladılar. Bu anlamda Türkiye’nin solcuları darbeci ve gerici; muhafazakarları ise devrimci ve ilericidir.
Şurası bir gerçek ki,çok az istisna olmak üzere Kurtuluş Savaşına ve Cumhuriyetin kuruluşuna toplum kesimlerinin köklü bir itirazı olmamıştır. Ancak sorun "Nasıl bir rejim kuracağız?" sorununa geldiğinde, Kurtuluş Savaşında sırt sırta çarpışanlar arasında köklü farklılıklar görülmeye başlanmıştır. Unutmayalım bu hesaplaşmada Kazım Karabekir, Ali Fuat Cebesoy gibi savaşın kahramanı çok sayıda Paşa vatana ihanetten yargılanmıştır. Kemal Tahir'in deyimiyle "Kurtlukta düşeni yemek kanun" olmuştur. Kurtuluş savaşına etkin destek veren İstiklal Marşı'nın yazarı Mehmet Akif Ersoy ülkeyi terk etmek zorunda kalmıştır. Ne ki Cumhuriyetin kuruluş ve iktidar mücadelesi süreçlerini ne Kemalistler ne de Kemalizm’in muhalifleri analitik değerlendirememişlerdir.
Kemalistlerin devre dışı bıraktığı Mehmet Akif, Ali Şükrü Bey, Hüseyin Avni Ulaş, Kazım Karabekir, Said Nursi Türk milliyetçi muhafazakarlar tarafından sahiplenilerek savunulmuştur. Aslında bu noktadan itibaren iki Atatürk üretilmiştir.
Ulusalcıların Mustafa Kemal Atatürk'ü ve Muhafazakarların Gazi Paşası. Oysa ikisi de gerçek değildi. Her kesim kendi Atatürk'ünü inşa etti ve kutsadı.
Her olayı değerlendirmede aldığımız ölçü sevgi ve nefret gibi duygusal ölçütler değil, analitik düşünceler olmalıdır. Daha sonraki dönemlerde ise Türk siyaseti Kemalistler ve Muhafazakarlar arasında bir mücadeleye sahne olmuştur.
Şerif Mardin'in deyimiyle Kemalist devrimlerin halka inememesi (ki,mevcut haliyle inmesi de mümkün değildi) elitlerle sınırlı kalmasına neden olmuştur.
Halka inemeyen Kemalizm formu yücelten şapka, kravat, kadınlarda örtüme yasağı ve modern giyim üzerinden kendisini ifade etmiştir.
Bu anlamda üniversitelerde başörtüsü yasağının laiklik ve Atatürk devrimleriyle ilişkilendirilmesi bundan dolayıdır. Kemalistler formun değişmesiyle içeriğin değişeceği korkusuna kapılmışlardır. Kemalistler için asıl tehlike zaman geçtikçe enerjilerinin kaybolması ve çevreye itilen muhafazakar dindarlarda oluşan müthiş bir enerji birikimidir. Bu birikime Kemalistlerin direnmesi mümkün değildi.
Aslında 28 Şubat Kemalistlerin toplumsal zeminin ürettiği yeni siyasete karşı son anlamsız karşı koymasıdır. başarılı olması mümkün değildi, çünkü başarılı olacak enerjiden yoksundu. Çevrede konuşlanan ve Cumhuriyet tarihi boyunca siyasal merkezin dışında tutulan dindarlar 2002'den itibaren biriktirdikleri muazzam enerji ile toplumsal merkezden siyasal merkeze doğru hareket ettiler.
Cumhuriyet modernleşmesi toplumdaki dini etkiyi kurmak için laikliği, muhafazakar kesim dini araçsallaştırdı. Laikler, dini araçsallaştırma konusunda muhafazakarlardan asla geri değil. Bu yüzden Laik modernler dindarları gerici ve cumhuriyet düşmanı olarak kavramsallaştırmaktan ve suçlamaktan kaçınmalıdır.