Hiç kuşku yok ki, felsefe ve bilimin dünya üzerinde bir bölgeden başka bir bölgeye göçünde bazı temel faktörler rol oynamıştır. Bu faktörleri kabaca iç ve dış faktörler olarak ayırmak mümkündür. Bu faktörlerin arasında kuşkusuz siyasal faktörler de belirleyici bir yer tutar.
''Felsefe, Küçük Batı Asya ( Anadolu’nun Batı kıyıları) dan gelip Ege Denizi’ni geçerek Yunan anakarasına sıçradı. Atina bin yıldır felsefenin anayurdu olmuştur. M.Ö 322’de İskenderiyeli Büyük İskender tarafından kurulduğunda, felsefe, M.S 529’da hemen hemen tamamlanıp sona erinceye dek Doğu’ya doğru yayılmaya başlamıştı. O yıllarda Bizans İmparatoru Jüstinyen Atina Okulu’nun kapatılmasını emretti. Ortodoks inancının savunucusu olan Jüstinyen, Atina Okulu’nun putperest yandaşlarıyla Hıristiyanlık için bir tehdit unsuru olduğunu düşünmüştü. Başta Damascius( ö.553) ve Simplicius (ö.533) başta olmak üzere okulun en meşhur yedi hocası, Yunan felsefe ve biliminin büyük hayranı olan Nuşirvan tarafından konukseverce karşılandıkları İran’a doğru yola koyuldular. Nuşirvan, yaklaşık 555 yılında Hellenik çalışmalar ve tıbbi araştırmaların önemli bir merkezi olan Cündişapur Okulu’nu kurdu.
Bununla birlikte, Yunan felsefesinin en köklü dönüşümü, Cündişapur’dan ziyade İskenderiye’de gerçekleşti. Yunan dehasının saf yerli bir ürününden, klasik Yunanlılarca bile bilinmeyen dini ve mistik eğilimlerle, adamakıllı kozmopolit bir kimliğe büründü.”( Macit Fahri, İslam Felsefesi Kelam ve Tasavvufuna Giriş, çev: Şahin Filiz; İnsan Yayınları)
Böylece ortaya çıkan siyasi ve dini sebeplerle daha İslam doğmadan, Yunan düşüncesi, daha iyi koşullarda yaşayabileceği Doğu’ya doğru hareket etmeye başlamıştı.
Bilim ve felsefenin önemli merkezlerinden biri olan Mısır Müslümanlar tarafından fethedildiğinde Müslümanlar, Antik Yunan’dan kaçarak bu bölgelere gelen filozofların taşıdığı felsefi mirasla karşılaştılar.
Gazali’nin yaşadığı dönemim önemli bir özelliği de felsefi düşüncenin İslam dünyasına girişidir. Bu konuda dönüm noktası Abbasi Halifesi Me’mun’un yaptığı çalışmalardır. “diğer taraftan, Me’mun’un hoşlanmasından ve çok değer vermesinden ve tercüme edenlerin gayreti ve ilgisinden dolayı, eski Yunan felsefesiyle ilgili pek çok kitap, özellikle Aristo’nun eserleri Süryaniceden, Yunancadan, Farsçadan, Arapçaya nakledilmişti. Bu iş hızlı hareket edip düşüncesiz davranan, akıl ve mantığı olgunlaşmamış olan müslümanlar üzerinde kötü bir etki yaptı. Bu bir sürü kçitap içinde birazı mantık, tabiiyat, temel bilgiler, matematik kitapları idi ki, bunları kullanmakta bir sakınca yoktu. “(İslam Önderleri Tarihi, Ebu’l Hasan En-Nedvi,Kayıhan yayınları, cilt 1) kuşkusuz metafizik ve ilahiyat konuları dışındaki felsefi bilimleri alıp kullanmakta bir sakınca yoktu. Ancak özellikle ilahiyat konularında filozofların görüşlerinin yaygınlaşması sorun oluşturuyordu.
Felsefi düşüncenin İslam dünyasına girişindeki en önemli dönün noktası Abbasiler döneminde kurulan “Beytü’l –Hikme”dir.(Hikmet evi) . “Beytü’l Hikme, İslam toplumunun dini ilimler alanında en parlak döneminin yaşadığı ve Abbasi iktidarıyla da , dünyanın en büyük ve zengin devletine sahip oldukları bir dönemde kurulmuştur. Kuruluşunda Müslümanlar, Hristiyan ve Zerdüşti topluluklarla karşılaşmaları gibi sosyal, devletin yönetiminde yabancı unsurlardan faydalanma gibi siyasal, müslümanlar ile diğer fikri gruplar arasında geçen tartışmalarda olduğu gibi kültürel ve İslam dininin ilmi teşvik etmesi ve hikmetin her türüne açık olması gibi dini sebepler etkili olmuştur”( Beytü’l Hikme, Mustafa Demirci, İnsan yayınları).
Hikmet Evi’nin kurulmasının İslam dünyasındaki felsefi ve bilimsel düşüncenin dönüm noktası olduğu konusunda Macit Fahri’de paralel düşünmektedir.” Felsefe be bilim ve tıp alanlarında Yunanca ve yabancı eserlerin çeviri işlerine resmiyet kazandıran kişi Harun Reşid’in ikinci oğlu Me’mun olmuştur. İleri görüşlü ve aydın bir kişi olan Halife Me’mun bir çeviri enstitüsü ve kütüphanesi için hizmet görmesi için Bağdat’ta 830 yılında Hikmet Evi’ni kurdu.(Beytü’l Hikme) “( Macit Fahri, İslam Felsefesi Kelam ve Tasavvufuna Giriş, çev: Şahin Filiz; İnsan Yayınları)
İslam dünyasının sınırlarının genişlemesi, Kur’an ve Sünnetin akla verdiği değer, Müslümanların ilim konusundaki açlığı, inandıkları dinin konularıyla ilgili filozofların düşünceleri ve bu düşüncelerin yarattığı ortam Müslümanların felsefeye ilgisini artırmıştı. Daha önceki dönemlerde yapılan tercüme faaliyetleri belirli bir sistematik içinde değildir. Bu konuda dönüm noktası kuşkusuz Beytü’l Hikme’nin kuruluşu olmuştur. “Beytü’l Hikme’nin Halife Mansur dönemindeki çalışmalar ile ilk nüvesi oluşturulmuş, Harun Reşid zamanında daha da büyüyerek çalışmaya başlamış ve Me’mun zamanında ise, adeta bir akademi haline kavuşmuş ve en parlak dönemini yaşamıştır. Bizzat Me’mun’un emriyle, ilk defa Yunan felsefesine ait eserler, bu dönemde yoğun olarak tercüme edilmeye başlanmıştır.”( Beytü’l Hikme, Mustafa Demirci, İnsan yayınları)
Kuşkusuz felsefe alanındaki bu çalışmaları sadece halife Me’mun’un şahsına bağlamak doğru olmaz. Ama dönemin özellikleri dikkate alındığında Me’mun’un felsefeye duyduğu ilginin felsefi eserlerin çevrilmesinde büyük bir etkisinin olduğu açıktır.
Beytü’ül Hikme kuruluşunda kütüphane olarak düşünülmüştür. Zaman içinde yapılan çalışmalar sonucunda klasik kütüphane olmaktan çıkmış ve bir tercüme bürosuna dönüşmüştür. Zamanla Beytü’l Hikme yapılan çalışmaların çeşitlenmesi ve çoğalmasıyla bir araştırma merkezine dönüşmüştür.
Beytü’l Hikme’ye sadece Yunan felsefesinden değil, zamanın bütün ilim havzalarından kitaplar getirilip tercüme edilmiştir. Bu çalışmalar için devlet bütçesinden çok büyük paralar ödenmiştir. Beytü’l Hikme ayrıca insanlığın kültüre,felsefi ve bilimsel mirasını günümüze taşımada önemli bir işlev görmüştür.
Beytü’l Hikme’nin çalışma sistemi son derece üst düzeydedir. “Burada mükemmel diyebileceğimiz bir görev dağılımı yapılmıştır. Tercüme, kütüphane, ve rasathaneden oluşan bölümlerde, her biri ayrı dillere tahsis edilen odalara mütercimler yerleştirilmiş, müstensihler kitapları çoğaltmışlar ve mücellidler de bu kitapların ciltleme işlerini yapmışlardır. Her bölümün işleyişinden sorumlu olan Hazinler, faaliyetlerin sıhhatli bir şekilde yürütülmesini ve tercümelerin bozukluklarının düzeltilmesini yürütmüşlerdir. Kütüphane ise, her biri kurucusunun adıyla anılan bölümlerden oluşmuş ve burada hizmetçiler ve münaviller, halka ve buradaki personele hizmet etmişlerdir. Ayrıca, halifelerce davet edilen bilginler, buradaki hususi odalarında eserlerini yazmışlar ve araştırmalar yapmışlardır. Bütün bu çalışmaları, Beyt’ül Hikme’den genel olarak sorumlu olan ve zamanın ünlü bilginleri arasında seçilen Sahibu Beytü’l Hikme denen görevliler yürütmüşlerdir. “( Beytü’l Hikme, Mustafa Demirci, İnsan yayınları)
Beytü’l Hikme bünyesinde çok sayıda millet ve inançtan bilgin ve felsefeci bulunuyordu. Bunlardan en önemlileri Süryani bilgin ve mütercimlerdi. Süryani mütercimlerin yanında Sabiiler, Yakubiler, Nasturi Hıristiyanlar, İranlı Zertüştler ve Araplar görev yapmışlardır. Öyle görülüyor ki, Beytü’l Hikme uluslararası bir bilim anlayışı içinde çalışmalarını yürütmüştür.
Kuşkusuz burada yapılan tercümelerin sıhhati tartışma konusu olmuştur. “Tercümeler, önceleri dillere ve konulara yeterince vakıf olmayan mütercimler tarafından yapıldığından bozuk olup, daha sonra düzenlemeyle, tercümeler hem dilleri, hem de konuları çok iyi bilen mütercimlere yaptırılmış, önceki bozuk tercümeler düzeltilmiş ve bu tercümeler, devrin ünlü edipleri arasından seçilen Hazinlerce kontrol edilmiştir. Bu arada tercüme edilen konularla ilgili yeni kavramlar üretilerek, ifade genişliği temin edilmiş, düşünce alanında önemli gelişmeler sağlanmıştır. Bu tercümeler vasıtasıyla Arapça, Antik bilimlerin yazılı olduğu önemli bir dil ve Modern Çağ öncesinin en önemli bilim dili haline gelmiştir. Asılları kaybolan birçok eser, günümüze Beytü’l Hikme’de yapılan Arapça tercümeler vasıtasıyla ulaşabilmiştir. Ayrıca, Arapça, müslüman bilginlerin, bütün bilgi hazinelerine ulaşabildiği , müslüman toplumun ortak ilim ve düşünce dili haline gelmiştir. Böylece de İslam bilim ve felsefesinin en parlak bilginleri yetişmiştir. “( Beytü’l Hikme, Mustafa Demirci, İnsan yayınları)
Bu çalışmalar sonucunda Arapça felsefe ve bilim dili haline gelmiş ve uzun yıllar bu üstünlüğünü korumuştur. Neredeyse Yeniçağın başlangıcına kadar Avrupa’da iyi bir bilim adamı olmanın yolu Arapçayı iyi bilmekten geçiyordu. Ayrıca bu çalışmalar, İslam öncesi kültürlerde yapılan çalışmaların kaybolmasını önlemiş ve insanlık mirasına kazandırılmıştır.
Kuşkusuz bütün büyük medeniyetler kendisinden önce insanlığın felsefi ve bilimsel birikiminin tercümesiyle başlar. Beytü’l Hikme’nin bir önemli yanı da yapılan tercümelerle yeni bir kültür ve medeniyetin doğmasına zemin oluşturmasıdır.
Beytü’l Hikme’nin bütün giderleri devletin hazinesinden karşılanmıştır. Aslına bakılırsa bu tür büyük ilim ve felsefe faaliyetlerinin devletin desteği olmadan yürütülmesi imkansızdır.
Beytü’l Hikme çalışmalarını tam bir özgürlük içinde yürütmüştür. Hem devletin korumacı desteği, hem de bilim adamlarına tanınan özgürlük ortamı, İslam dünyasının çevresindeki bilim adamlarını buraya çekmiştir. Bununla birlikte zaman zaman Mutezile ve Sünni düşünceyi benimseyenlerin, iktidar olduklarında diğer düşünceleri yasaklama yoluna gitmişlerdir.
Beytü’l Hikme’de ünlü İslam düşünürü Farabi gibi isimlerin çalıştığı da bilinmektedir. Bu anlamda Beytü’l Hikme Yunan ve diğer dillerdeki felsefi birikimin İslam dünyasına girişini sağladığı gibi, çok sayıda alim, filozof ve bilginin yetişmesine de kaynaklık etmiştir.
Bu çalışmaların sonucunda İslam felsefesi doğmuş ve bu alana ait çok sayıda filozof yetişmiştir. El-Kindi,Farabi ve İbn Sina başta olmak üzere bir felsefi gelenek oluşmuştur. Ayrıca kelam, tasavvuf ve Mutezile gibi akımları da yapılan tercümeler etkilemiştir.
Kuşkusuz Beytü’l Hikme’nin çalışmaları felsefe, tasavvuf ve kelam alanlarıyla sınırlı kalmamıştır. “Yine buradaki çalışmalar ile bilimsel manada matematik, coğrafya, astronom ve tıp ilimleri müslümanlar arasında hızla yayılıp gelişmeye başlamıştır. Beytü’l Hikme bu ilimlerin gelişebilmesi için metaria primayı oluşturmuştur. Böylece Beytü’l Hikme, İslam medeniyetinin ve kültürünün en parlak döneminin oluşmasına katkıda bulunmuştur. Yükselen bu ilmi faaliyet neticesinde, sistemci düşünürler tarafından İslam biliminin paradigmaları oluşturulmuş ve Beytü’l Hikme’de yazılan çok sayıda eser IX. yüzyıldan itibaren Batı’ya tercüme edilerek, Modern Batı uyanışının bilimsel materyallerinde yer almıştır. “( Beytü’l Hikme, Mustafa Demirci, İnsan yayınları)
Beytü’l Hikme, kuruluşunsan itibaren bilimsel ve felsefi faaliyetler konusunda tek örnek olarak kalmamış, İslam dünyasının değişik bölgelerinde bu amaca hizmet eden çok sayıda kütüphane kurulmuştur.
Beytü’l Hikme’nin bize bıraktığı miras ne olmalıdır? Günümüz Müslümanları, yeni bir medeniyet anlayışının oluşmasının eşiğinde bu soru üzerine düşünmeliler. “Beytü’l Hikme’nin tarih içinde geçirdiği tecrübe bize gösteriyor ki bugün İslam ümmeti, hiçbir düşünceye, kültüre ve medeniyete kapılarını kapayamaz. Fakat İslam imanını ve safiyetini tehdit eden bir tehlike taşıyorsa, onu kabullenmekte acele etmemeli, reddederken de titiz davranmalı ve dikkatli bir dil kullanmalıdır. Tarihte müslümanlar Beytü’l Hikme’deki faaliyetler ile bütün Antik medeniyetlerin tecrübelerinden faydalanarak kendi evrensel medeniyetlerini kurmuşlardır. Bu düreçiçinde meydana gelen birtakım olumsuzluklar, bugün İslam ümmetinin Batı ile tecrübesinde bir tecrübe olarak dikkate alınmalıdır.
Tarihte bugün medeniyetler birbirine bağlı olarak, birbirlerinin tecrübelerinden istifade ederek gelişmişlerdir. Medeniyetlerin birbirlerinden istifadeleri de Yapılan tercümeler vasıtasıyla gerçekleşmiştir. Bu tarihi gerçek, ilk dönem İslam tarihinde, çoğunlukla Beytü’l Hikme vasıtasıyla olmuştur. Bu kurum sayesinde İslam kültürü, tarihin en parlak dönemini yaşamıştır.
Bu durumda bir toplumda dil bilenlerin çoğalması veya herkesin başka diller öğrenmesi teşvik edilirse, bunun faydası yalnızca dil bilenlerin meraklarını ve heveslerini doyurmalarına yardım etmekle sınırlı kalacaktır. Kamuoyunda dolaşan ve tartışmayı bekleyen mevzular fakirleşecek, seçme, sentezleme ve arınma imkanları ortadan kalkacaktır. Böylece de seçkinler, diğer medeniyetlerin içimizde bir uzantısı olarak türeyecek ve yaratıcılıktan yoksun bir klikleşme başlayacaktır. Buna karşılık, tercümeye önem verilir,dil bilenler,farklı medeniyetlerin kitaplarını, kendi düşünce evrenine taşırlarsa, ‘insanlığın anaç kitapları’ etrafında, kitleler günün meselelerini tartışacaklardır. İlim, dil bilenlerin tekelinden çıkıp, geniş kitlelerin de uğraşısı haline gelecektir. Kendi dilinden başka hiçbir dil bilmeyen insanlar, tercümeler sayesinde, dünyanın bütün bilimlerine, felsefelerine ve hikmetlerine ulaşabilecektir. Beytü’ül Hikme sayesinde, Arapça’ya aktarılan Yunan, Hint, İran… medeniyetlerinin mahsullerine, ortaçağdaki bir insan sadece Erapça vasıtasıyla ulaşabiliyordu. İbn Rüşd, İbn Haldun, İbn Sina o dönemde, bütün Antik bilimler hazinelerinin kapısını açan Arapça vasıtasıyla, başka bir dilöğrenmeye ihtiyaç hissettirmeden ulaşabilmişlerdir.”
( Beytü’l Hikme, Mustafa Demirci, İnsan yayınları)