Hiç kuşku yok ki, Ak Parti iktidarının ilk on yılında Türkiye siyasal tarihinin en yenilikçi, en reformcu iktidarıydı. Özellikle sivil siyaset üzerinde denetim kurmak isteyen bürokratik oligarşiye karşı yaptığı mücadelede halkın desteğini sürekli arkasında buldu.
Bilindiği gibi Tanzimat Döneminden beri sivil siyaset üzerinde etkili olan kurumlar ordu, bürokrasi ve üniversiteler idi. Seyfiye, İlmiye ve kalemiye Türkiye Cumhuriyetinin kuruluşundan itibaren toplumsal dönüşümüm merkezi konumunda olmuştur.
Demokrat Parti’nin devletin kuruluş ideolojisini oluşturan ve uygulayan Cumhuriyet Halk Partisi’ne karşı kazandığı zafer, Türk bürokrasisini oluşturan ordu, üniversite ve bürokratik memurları Demokrat Partiye karşı muhalefet etmeye yöneltti. Bu muhalefetin sonucu 27 Mayıs darbesi oldu. 27 Mayıs Darbesi, merkezi bürokrasiyi daha da güçlendirdi. Ardından yapılan darbelerle merkezi bürokrasi sivil siyasete karşı daha da güçlendirildi.
Son olarak merkezi bürokrasinin son büyük direnişi 28 Şubat oldu. Çok kısa bir süre sonra yapılan seçimlerde, 28 Şubat mantığını sürdürmeye çalışan partiler, siyaset sahnesinden çekilmek zorunda kaldı. Sonuçta merkezi bürokrasinin iktidardan uzak tutmak istediği muhafazakar dindarlar kendi siyasetini oluşturdular ve iktidara yürüdüler.
2002 yılında iktidara gelen Ak Parti ile Kemalist bürokrasi arasında sürekli bir bilek güreşi oldu. Ak Parti, sıkıştığı zamanlarda sürekli seçime giderek karşılaştığı engelleri aşmayı bildi. Bu arada sivil siyasetin önünde duran üniversiteler ve bürokraside önemli değişimler yaptı.
Son olarak 15 Temmuz Darbesinin ardından askeri bürokrasinin sivil siyaset üzerindeki baskısını tamamen ortadan kaldıran devasa reformlar yapıldı.
Ancak özellikli 2012’den Ak Parti reformcu kimliğini giderek kaybederek bürokrasinin savunucusu durumuna geldi. Bu durum giderek artan bir ivme kazanarak devam etti. Diğer taraftan Suriye konumundaki başarısızlık, toplumsal gerilimlerin artması, Kürt sorunu karşısında otoriterleşen siyasal dil, reformcu kimliğin kaybedilmesi, bürokrasi ve belediyelerdeki yolsuzluklar, kibirli siyasal dil, bürokratların seçimindeki isabetsizlik sorunları gün yüzüne çıkardı.
Ak Partide bu sorunlar ortaya çıkarken, muhalefet partileri bu durumu aşabilecek demokratik anlayıştan uzaktı. Bu durum seçmeni gönülsüzde olsa Ak Partinin arkasında tutuyordu.
Ancak özellikle CHP, siyasi ekseni Kemalizm-irtica ekseninden çıkararak siyasal bir politika yürütmesi, halkın değerleriyle kavga etmekten uzak durması, belediye başkan adaylarını muhafazakar dindar seçmene sempatik gelecek kişilerden seçmesi Ak Partinin durumunu zorlaştırdı.
Ak Parti, artık muhalefetin halkın değerleriyle uyuşmayan ve kavga eden bir muhalefetten dolayı ortaya çıkan rahatlığı yaşayamayacak. Bu Türk siyaseti için bir kazanç kuşkusuz.
Peki, gelinen noktada Ak Parti umutsuz vaka mı? Bu sorunun cevabı hem muhalefetin hem de Ak Partinin siyasetine bağlı. Ak Parti, yanlışlarında ısrar ederse çöküşün başlangıcı olacak bu. Eğer yanlışlarıyla yüzleşir ve çöküşün henüz başlangıcında olduğunu belirleyip önlem alabilirse kuşkusuz kazanç olacaktır.
Öyle görülüyor ki, Ankara ve İstanbul’u kaybetmesine karşın Ak Parti, Türkiye’nin en büyük kitle partisidir. İçinde bulunduğu Cumhur İttifakı, hala yüzde ellinin üzerinde bir desteğe sahiptir.
Ak Partinin önündeki bir diğer önemli sorun da otoriterliğe evrilme potansiyeli bir hayli yüksek olan milliyetçi bir partiyle ortaklık etmesidir.
Gelinen noktada ortaya çıkan soru şu: Ak Parti, sonun başlangıcında mı, yoksa yeniden dirilişin eşiğinde mi?” Bu sorunun cevabının nasıl verileceği Ak Partinin de geleceğini belirleyecektir.