erotik shop
Bugun...
Taha Abdurrahman, Müslümanlar ve Yeni Bir Felsefe


Veysel YENİGÜL Fikir Zemini
twitter.com/Veyselmir
 
 
facebook-paylas
Tarih: 29-07-2024 02:25

Türkiye'de son yıllarda entelektüel alanda ciddi bir fikirsizlik ve kısırdöngü yaşanmaktadır. Bunun birçok nedeni var kuşkusuz ama en önemlisi, kanımca aydınların ve akademisyenlerin cesur ve bağımsız davranamama, özgün bir duruş sergileyememekten kaynaklanmaktadır. Zira bağımsız davranma ve özgün düşünceler üretmek kişiye bir bedel ödettirebilir. Bu bedel bazı şeylerden mahrum kalma kadar bazı sıkıntılara katlanmayı da göze almak demektir. İmam Ebu Hanife'yi büyük kılan (İmam'ı Azam) kendi zamanında bu tür sıkıntılara göğüs germesi ve düşüncelerinden taviz vermemesidir.

Bundan bir kaç yıl önce bir grup okuyucu ve entelektüel arkadaş ortamında adı geçmişti Faslı düşünür Taha Abdurrahman'ın. Türkçeye çevrilen kitaplarından ve düşüncelerinden söz edilmişti. İlgimi çekmişti ve o kitaplardan birini aldım, okudum. Bizde sosyolog ve yazar Abdurrahman Arslan'ın fikirlerine bazı yönlerden çok benzer olduğunu söyleyebilirim. Tek farkı, Taha Abdurrahman'ın felsefe eğitimini daha sistemli alması ve sahip olduğu akademik kariyer.  

Geçen hafta X hesabımda İslam Düşünce Enstütüsinin bir duyurusu gözüme ilişti. Taha Abdurrahman'ın konferans vermek üzere Türkiye'ye geleceği duyurusu. İstanbul'daki Konferans'a gidemedim ama tümünü İDE (İslam Düşünce Enstitüsü) nin İnternet sayfasından okudum.

Okuduğum ve incelediğim kadarıyla Faslı mütefekkir Taha Abdurrahman, bugünkü dünyada Müslümanların özgün bir felsefe/tefekkür faaliyeti için ne yapması gerektiği sorusuna kafa yoruyor ve bunu dert ediniyor. Bir başka ifadeyle mağripli filozof bu soruya cevap arıyor.

Kanımca çok önemli bir iş yapıyor. Zira felsefe, insanoğlunun merakından ve zaruri varoluşsal ihtiyacından kaynaklı sorulara cevap arama faaliyetidir. Bu da ancak kavramlarla mümkün. O halde ''nasıl bir felsefe'' sorusu, bizi kendimize ait kavramları iyi tahlil etmekle başlar. Tefekkür ve tefkir kavramlarının etimolojisine girerek Kuranda nasıl geçtiklerini izah etmek ve kullanıldıkları bağlamları açığa çıkarmak, bizi bilgi ile ahlak ilişkisi konusunda bambaşka bir zemine davet demektir.

Her felsefi faaliyetin karakteri, tarihte filozofların icinde yaşadıkları toplumun tabii şartları, dünyayı algılama biçimleri, kendi zamanlarının muhayyile ve merak sınırı, mekan gibi bir dizi faktör dikkate alınmadan anlaşılmaz.

Ortaçağ'da Müslüman filozoflar, nasıl kendi döneminde özgün bir felsefe ortaya koyup tefekkür faaliyetine yön verdilerse, İslam medeniyeti birçok alanda dünyayı etkilediyse günümüz Müslümanları da kendi kaynaklarından hareketle yeni bir düşünme faaliyeti, özgün bir paradigma ortaya koyabilirler.

Başkalarının düşünce kodlarına teslim olanlar, farklı bir fikir inşa edemez. Taklitçi sekülerlik, Aşırı milliyetçilik ve mezhepçilik girdabına düşüp burada pusulasını kaybeden Müslüman toplumların bugün yaşadıkları kimlik krizinin altında yatan nedenlerin başında, Müslümanların bilgi ile ahlak ilişkisinden kopmuş olmasıdır. Daha açık bir ifadeyle, ilahi mesajın/vahyin bilgisi ile ahlakın birbirinden ayrı şeyler olmadığı, müslümanların bunu yeniden ve özüne uygun bir şekilde idrak etmesi gerekmektedir. 

Türkçeye Prof. Dr. Soner Gündüzöz tarafından çevrilen “Dinin Ruhu: Sekülarizmin Sığlığından İlahi Sözleşme ve Emanet Paradigmasının Enginliğine” eserinde filozof Taha Abdurrahman, ahlâkın dinden ayrıştırılmasını ifade etmek üzere dehrâniyye terimini önermekte ve seküler ahlâk diyebileceğimiz dehrâniyye paradigmasına karşı ilâhî emanet paradigmasına ait bir yöntem ortaya koymaktadır. Taha Abdurrahman, Batı’da dini ve ahlâkı birbirinden ayrıştırarak seküler bir ahlâk tesis etmeye yönelik en önemli dört paradigmayı bu çalışmasında detaylı şekilde analiz etmektedir. Bunlar Jean-Jacques Rousseau’nun vicdanın otoritesini benimseyen “natüralist yaklaşım”ı; Immanuel Kant’ın saf aklı ve irade otoritesini benimseyen “eleştirel yaklaşım”ı; Émile Durkheim’in toplum otoritesini benimseyen “toplumcu yaklaşım”ı ve son olarak Luc Ferry’nin sevgiye atıfla tanrılaşmış insan otoritesini benimseyen “hümanist yaklaşım”ıdır. Bu yaklaşımlar Tanrı’yı devre dışı bırakan ve dünyevî bir ahlâk arayışı içinde olan paradigmalardır. Bunlara mukabil ilâhî emanet paradigması, ahlâkî bir eylem alanıdır. Ayrıca bu, dinin fıtrî ve zamana bağlı iki formu olduğu tezinden hareketle çift yönlü bir ahlâkîleşme projesidir.

Taha Abdurrahman'a göre ''İnsan, farkında olunsun veya olunmasın tüm tartışmaların odak noktasını oluşturur. Bu nedenle aslında her meselenin başlangıcında yer alır. İnsan hakkında yapılan tanımlamalar, bütün bir düşüncenin yönünü değiştirecek niteliktedir. Nitekim Batı düşüncesinde insanın özne olarak tanımlanması ile yaşanan kırılma ve dönüşüm bu durumun tipik bir göstergesidir. Tanrı’nın ve akabinde dinlerin konumu, insanın özne olarak değerlendirilmesiyle yeniden şekillenmiştir. İnsanın özneliği evrene bakışta da değişikliğe neden olmuştur. Fakat diğer tüm varlıkları kendisini merkeze koyarak değerlendirmesi, insanın karşı karşıya kalacağı problemleri ortadan kaldırmak şöyle dursun, despotizm, anlam yoksunluğu, doğaya tahakküm gibi olumsuz sonuçlara sebebiyet vermiştir.''

Bu fikirlere yabancı değiliz. Merhum Roger Garaudy bu düşünceleri çok detaylı ve etraflı işlemiştir eserlerinde. Hakeza bizde de Abdurrahman Arslan ve Ali Bulaç'ı okuyanlar bu düşüncelere aşinadır. Taha Abdurrahman'ı burada farklı kılan, fikirlerini Kuran'da geçen kavramları daha detaylı tahlil ederek kendine has bir terminoloji üreterek ifade ediyor olmasıdır. Bu da kuşkusuz onu özgün kılmaktadır. 

''Mutlak Kötülük ve Sınır Boylarında Fikir Nöbeti'' konulu konferans serilerinde bahsettiği önemli fikirlerini tartışmak başka zamana ve yazıya inşallah. 



Bu yazı 1476 defa okunmuştur.

YORUMLAR

Henüz Yorum Eklenmemiştir.Bu Haber'e ilk yorum yapan siz olun.

YORUM YAZ



YAZARIN DİĞER YAZILARI

HABER ARA
SON YORUMLANANLAR HABERLER
ÇOK OKUNAN HABERLER
  • BUGÜN
  • BU HAFTA
  • BU AY
GÜNDEMDEN BAŞLIKLAR
YUKARI