Çağımızın yaşayan filozofu Edgar Morin der ki:
"Bireyciliğin aydınlık ve berrak bir yüzü vardır: Özgürlükler, özerklikler, sorumluluk bu yüzdedir. Ama üzerimizde gölgesi büyüyen karanlık bir yüzü de vardır: atomlaşma, yalnızlık, bunaltı.."
Dünya'da varoluşumuzla (farkında olalım veya olmayalım) ciddi bir sınava tabiyiz. Her insanın imtihan alanı ve şekli, kendine ait anlam dünyası, imkanları ve sahip oldukları nispetindedir. Herkesin hayatı biriciktir, özeldir, kendisine aittir; fakat düşünen ve bilen insanların hayatı, her açıdan farklı olup epey trajiktir. Çünkü düşünen insanlar, hayata ortalama bireylerden farklı bakış tarzları ve bazı hususlardaki tercihleriyle en zor kısmına isteyerek ve bilerek girmişlerdir.
Ülkemizde son yıllarda hiçbir konuyu etraflı ve sakin bir usul içinde tartışma, konuşma ve yazma imkanı kalmamış dersek abartı yapmış olmayız sanırım. Kadın-Erkek ilişkileri ve kadına şiddet konusu bu konuların başında geliyor.
Kuşkusuz şiddet konusu tarih boyunca hep vardır. İnsan yeryüzüne daha ilk ayak basarken şiddet uygulamış, kan dökmüştür. Kitabı Kerimde geçen Adem(a.s) ve oğullarının kıssasını hatırlayalım. Kardeşin kardeşe kıskançlık edip şiddet uyguladığını ve öldürdüğünü Kuran’ın bize haber vermesi boşuna değildir. Bu kıssadan en çok müslümanların çıkarması gereken ciddi dersler vardır.
İnsanoğlunun fıtri olarak şiddete eğilimli bir varlık olduğunu, bencil olduğunu ve bu özellikleri nedeniyle kardeşini bile katledebileceğini göz önüne alırsak, bugünün dünyasında merhamet, sevgi, paylaşım, adalet gibi temel İslami-insani değerlerin büyük oranda hükümsüz kalması, insanları ve toplumları ne tür problemlere gark ettiğini anlamamak; gelecekte de daha vahim sorunlara mahkum hale getireceğini kestirmemek imkansızdır.
O halde ''nelerin yapılması gerektiğini, nelerin de yapılması gerektiğini'' buradan hareketle tartışmak lazım. Televizyon kanallarında her akşam milyonlara yansıyan şiddet içerikli diziler, popüler kültür araçlarından olabildiğince yansıyan bireyci ve hazcı oyunlar, programlar v.s.. dururken bir toplumda şiddetin kaynağını salt erkek egemen anlayışı ile açıklamak ve anlamak mümkün olamaz.
Esas neden bana göre sağlıklı insan yetiştiremediğimiz içindir.
Çağımızın zihin ve kültür kodlarını iyi kavramadan insan yetiştirmek zordur. Değişen çağın kodları ile insan yetiştirme biçimimiz arasında ciddi çelişkiler var. Eğitim sistemimiz/eğitim felsefemiz bir bütün olarak aidiyetlerimizi, kimliklerimizi, ruh dünyamızı ve hayallerimizi kuşanıp geliştirecek anlayıştan ve muhtevadan uzaktır. Bu nedenle insanoğlu doğru eğitilmediği sürece şiddet konusunu kontrol altına alıp minimalize etmek güçtür. Hiçbir yasa, hiçbir sözleşme, hiçbir kanuni güç tek başın çare olamayacağını anlamamız lazım. Bu gerçekliği dikkate almayan laik ve modern kesimler (buna dindar muhafazakar kadın dernekleri ve çevreler de dahil olmuş durumda son yıllarda) her kadın cinayetinde aynı sloganları atmakta beis görmez. ‘’İstanbul Sözleşmesi uygulansın’’…
Oysa ki adı geçen sözleşme yürürlükte olduğu halde yıllardır bu ‘’soruna neden çare olamıyor’’ bir düşünmek lazım. Girişte bahsettiğim gibi konuyu sorgulamak ve makul şekilde tartışmak gittikçe imkansız hale geliyor.
Kadına hak ettiği değeri verelim derken erkeği günah keçisi haline getirmek tersten bir toplumsal yıkım ve aileyi gözden düşürme projesidir. Bu bir kuruntu değil, sonuçları müşahede edilen ve yaşanan bir olgudur.
Hiçbir konuda hiç kimse yüzde yüz özgür değildir bu hayatta. Özgürlük, bu manada cinslerin birbirine dayanışarak ve birbirlerine saygı duyarak kuracakları ortak bir hayat tarzını ve nesli devam ettirmekle kayıtlıdır.
Eğer birey olmak bencil ve bireyci yaşamaksa bu özgürlüğün sonucu yalnızlık, umutsuzluk, çaresizlik ve yok oluştur. Hobbes’in dediği gibi ‘’İnsan insanın kurdu’’ değil, kadim geleneğimizde geçen ‘’insan insanın yurdudur’’ gibidir.
Kadın erkek ilişkilerini bugün yeniden hakkaniyetle anlayıp düzenleyecek çalışmalara, faaliyetlere, tartışmalara, perspektiflere ihtiyacımız var kuşkusuz. Bugün içinde bulunduğumuz koşullarda konuyu doğru anlamamız gerektiğini düşünüyorum.
Modern iletişim araçlarının yaygınlaşıp çoğalması bireysel ve toplumsal gelişmeyi pozitif açıdan beslemediğini, bilâkis J.Baudliard'in ifade ettiği gibi kapitalist sistemin can damarı olan tüketim kültürünü desteklediğini, insanların ilgi ve ihtiyaçlarını kışkırtarak reklam, imaj ve algılar üzerinden manipüle ettiğini bugün de rahatlıkla gözlemliyoruz.
Geleneksel toplumlarda sosyal ilişkiler sadece kadınlara değil erkeklere de belli roller yüklemiştir.
Bu rolleri yargılamak yerine anlamak daha sağlıklı. Kadınların geleneksel toplumlarda üretici olmadığını iddia eden modernistler peşin hükümlüdür.
Modernizm sadece kadını değil erkeği de değiştirdi. Ama kadın kimliği modernizmle birlikte daha çok değişti; kadınlar modernleşmeyle birlikte daha aktif ve özne olabildi, bu gerçek. Ama özgürleştiği varsayılan kadının ironik bir biçimde bedeni nesnelleşti.
Toplumların modernliğe evrilmesi ile birlikte kadının, bedeni ve cinselliği üzerindeki tahakkümün tümüyle yok olmadığı, dahası modern tüketim toplumunda kadın üzerinde yeni tahakkümlerin kurulduğunu, bunu modern popüler kültürün bütün alanlarında; sinemadan tutalım bir ürünün reklamına kadar kolayca görebiliriz.
Geleneksel toplumlarda özellikle ataerkil yapı ve "namus" etrafında ikincil kılınan kadın kimliğinin, modern toplumda kapitalist tüketimci piyasanın ideolojik buyrukları çerçevesinde hedonistik ve imajinatif göstergeler üzerinden yeniden sorunsallaştırıldığını da görmek gerekir.
Bu çerçevede, modern bilinç ve kültürün gelişmesiyle birlikte kadının görünürlük, inisiyatif alma ve özgürlük konumunda kaydedilen olumlu gelişmelere rağmen, kapitalist tüketim toplumunda kadın bedenin veya cinselliğinin sunulma biçiminin ironik bir biçimde kadını "değersizleştirme" yönünde ilerlediği, adeta "cinsel objeye" indirgenerek “kadını tüketme” şeklinde gerçekleştiğini gözlemlemek mümkün.
Sonuçta geleneksel rollerin kadını ezdiğini, onu pasif kıldığını söyleyen modern seküler yargılar da sorgulanmaya ve tartışılmaya açıktır.