İnsanlık, özellikle modern zamanlarda çok daha iğrenç olanlarına da tanıklık etti. Bizler giderek hayatımızın bir parçası ve normali olmaya başlayan eşcinsellik benzeri sapkınlıkların şaşkınlığını yaşarken, hepimizin gözleri önünde, Avrupa’nın en çağdaş metropollerinde, koca koca adamlar ve kadınlar, adını pedofili koyarak bilimselleştirdikleri(!) veya en kötü ihtimalle sıradan bir psikolojik hastalık gibi sundukları çocuk istismarının/sübyancılığın bir insan hakkı olduğunu savunmaya başladılar. Kısa süre içinde daha da ileri gittiler. Bu sözde hakkı savunmak için periyodik yayınlar çıkardılar.Hatta parti bile kurdular.
Ancak bunların hiçbiri Karaman ve Adana’da olanlar kadar acıtmadı canımızı. Müslüman bir ülkede, dindar nesil yetiştirmek için kurulmuş organizasyonlarınkontrollündeki evlerde, çocuklarını daha dindar yetişsinler diye dindarlara teslim edenlerin emanetlerine ihanet edildi. İnanmak istemedik. Özellikle Karaman’a inanmak çok zordu. Eminim ki aileler de inanmak istememişlerdi. Çünkü Müslümanlar kendilerini temsil etme iddiasında olanların böylesi bir olay ile anılabilecekleri ihtimalini dahi akıllarına getirmemişlerdi. Bu, kendimize, değerlerimize ve bizden olanlara ne kadar güvendiğimizin bir göstergesiydi. Aslında hayatlarını İslami ve yerli olanla mücadeleye adamış muarızlarımız da bunu Müslümanlardan beklemiyor, Müslümanlara yakıştırmıyorlardı. Nitekim Karaman bahanesi ile İslam’a ve Müslümanlara saldırırken “siz nasıl Müslümansınız ve bu nasıl İslam” diye haykırmaları da bunun ilan edilmemiş bir itirafıydı.
Kısa bir süre içinde politik bir polemiğe dönüşen Karaman ve Adana Faciaları, artık yargıya intikal etmiş birer kriminal vakadır. Karaman olayının faili olan sapık, mevcut hukuk sistemimizin sınırları içinde verilebilecek en yüksek cezaya çarptırıldı. Hem de ilk celsede. Adana faciası için de benzeri bir karar çıkacaktır. Fakat İslami hareket ve cemaatler açısından bu, burada bitmemelidir. Bu facia, mevcut örgütlenme ve çocuk yetiştirme yöntemimizin bir kez daha, ama en radikal bir şekilde özeleştiriye tabi tutulmasını ve dönüştürülmesini zorunlu kılmaktadır. Sonuçlarla uğraşmaya devam ettiğimiz müddetçe, benzer sonuçların yaşanması kaçınılmazdır.Böylesi bir şerden nice hayırlar çıkarmak ancak can acıtıcı ve sürekli bir özeleştiri ve değişim ile mümkündür.
Bu özeleştiri, sormaya korktuğumuz soruları sormak ile başlamalıdır. İslam hareketin sıhhati, sahihliği ve ülkedeki geleceği açısından sorulması gereken ilk soru ise; bu vakıfların, derneklerin, cemiyetlerin, yurtların neden bir anda mantar gibi türediği sorusudur. Bu sorunun amacı İslami STK’ları kategorik olarak olumsuzlamak veya gerekliliklerini, hangi tarihsel koşulların ürünleri olduklarını, sosyal ve İslami rollerini görmezden gelmek değildir. Şüphesiz bu kurumlar, toplumun devlet eliyle İslamsızlaştırılmaya çalışıldığı bir dönemde ortaya çıkmış, toplum ile İslam/İslami bilgi-kültür arasında köprü kurmuş ve birçok değerler yetiştirmişlerdir. Bütün bunları yaparken de hem kurumsal olarak hem de kişiler bazında en ağır bedelleri ödemişlerdir.
Ancak özellikle son yıllarda, İslami hareketin devlet/iktidar ile kurduğu ilişkilerin şeklinin ve içeriğinin değişmesi, bu kurumların sadece hedeflerinin değil, örgütlenme, personel edinme ve insan yetiştirme yöntemlerinin de değişmesine sebep olmuştur. Belli STK’ların devletin en düzeyi tarafından kabul edilmesi veya programlarına katılım sağlanması ile birlikte, bu kurumların temsilciliklerinin ülkenin en ücra il, ilçe ve beldelerinde kontrolsüz bir şekilde açıldığına şahit olduk, oluyoruz. Böylesine bir kontrolsüz büyüme ihale, mevki ve prestij peşinde koşan ve yakın zamanlara kadar İslami hareketlerden adeta kaçan insanların, temel amacı Allah’ın rızası ve neslin ıslahı olan salih dava erlerinin arasına sızmasına ve İslami kurumlardaki ortalama insan kalitesinin aşağıya doğru çekilmesine sebep olmaktadır. Bu gidişatın bir diğer sonucu ise mevcut İslami yapıların sürekli bölünerek güç kaybına uğramalarıdır. Çünkü her yeni yapı, mevcutlardan adam devşirerek kurulmaktadır.
İslami STK’lar, bunların üstesinden gelebilmek için büyüme modellerini yeniden gözden geçirmelidirler. Nihai hedefi devlet içinde daha çok yer almak ve iktidarı paylaşmak olan ve çoğu zaman farkında dahi olmadan FETÖ’nün yöntemleri kullanılarak sürdürülen bir büyüme modelinin sonu, sadece Karaman ve Adana benzeri facialarla sınırlı kalmayacaktır. Hiçbir İslami oluşumun nihai amacı ve İslami mücadelesinin merkezi “paralelden boşalan alanı doldurmak” olmamalıdır. İktidar da bu konuya ilişkinparadigmasını ve iş yapış şeklini değiştirmelidir. İktidar seçkinleri, bazı İslami yapıları, diğer İslami yapılar veya toplumun diğer tüm kesimleri aleyhine desteklemek ve devletteki varlığını devleti cemaatlerle ve tarikatlarla paylaşarak tahkim etmek yöntemlerinin orta ve uzun vadede hem ülkeye, hem İslami harekete hem de kendilerine zarar vereceğini artık anlamak zorundadırlar.
Karaman ve Adana vesilesiyle yapılacak olan özeleştiri, İslami hareketin ve cemaatlerin çocuk ve gençlik yetiştirme felsefesini ve metodolojisini de kapsamalıdır. Laik/Kemalist devletin, seksen yıllık uygulamalarından dolayı, İslami oluşumlar adeta kendi evlatlarını devletten çalmak zorunda kalmış ve yıllarca en gizli yöntemlerle dindar Müslüman nesiller yetiştirmeye çalışmışlardır. Bu yöntem, zamanla, FETÖ gibi, asıl amacı devleti yeniden ele geçirmek olan takkiyeci grupların oluşmasına da sebep olmuştur.Doğrusu, sadece FETÖ değil, birçok İslami yapı, hareketlerinin merkezine Kemalistlere kaptırdıkları devleti yeniden fethetmeyi yerleştirmişlerdir.
Temel amacı, Allah’ın rızası değil, devletin fethi olan örgütlerden/kurumlardan mümin nesiller yetiştirmelerini beklemek gerçekçi olmayacaktır. Bu tür yapılar, özgür ve iradesi olan müminler değil, ancak Yeniçeri yetiştirebilirler. Çünkü onların amaçlarına, tıpkı yeniçeriler gibi, ailelerinden koparılmış, geçmişsiz ve köksüz nesiller hizmet edebilir. İşte tam bu noktada, annesi-babası, evinde çorbası ve yakacak odunu, köyünde okulu ve camisi olan henüz sekiz, on, on iki yaşındaki çocukların bir öğrenci evinde veya yurtta ve çoğu zaman toplumdan izole edilerekbu tür yurtlarda ve evlerde neden tutulduğu sorusunun cevabı kendiliğinden ortaya çıkmaktadır. Aile-merkezli, cami-merkezli, okul-merkezli çalışmaların neden ısrarla reddedildiğinin ve gerçekten ihtiyacı olan yoksul veya yetim çocuklar bir yana, evinde veya köyünde eğitilmesi imkânı olan çocuklarımızın da neden ısrarla izole evlerde ve yurtlarda eğitildiğinin cevabı, bazı İslami hareketlerin “Yeniçeri yetiştirme” geleneğidir.
Bugün bu gelenek, “biz gençleri ve çocukları paralele bıraktık, bu yüzden bunlar oldu” söylemi ile meşrulaştırılmaya ve yeniden üretilmeye çalışılmaktadır. Hocaefendilerin veya politikanın hizmetine sürülmüş, evdeki yatalak babasını ve yaşlı anasını derneğine deri toplamak için terk etmiş sözde dindar nesiller yerine,salih ve özgür Müslüman nesiller yetiştirmek için bu mevcut duruma itiraz etmek zorundayız. İslami hareketin misyonu, Paralelin boşluğunu doldurmak, neye mal olursa olsun iktidara ortak olmak veya devleti ele geçirmek olmadığı gibi, devlete, partilere, derneklere, cemaatlere veya hocaefendilere yeniçeri/haşhaşi yetiştirmek de değildir.
Karaman, Adana ve benzeri facialar, bizler için birer ilahi uyarıdır. Bu uyarıyı görmezden gelmek daha feci olanlarını davet etmek olacaktır. Hâlbuki bizler, İslami hareketin örgütlenme ve eğitim modellerini hedef alan radikal ve kökten bir özeleştiri ve yenilenme için daha trajik faciaları beklemek zorunda değiliz.Muarızlarımızın eleştirileri karşısında yersiz savunmalar yapacağımıza, kendi aramızda en sert tartışmaları yapacak kadar cesur olmalı ve nesilleri kurtarmak gibi hayırlı bir amaç uğruna gerektiğinde birbirimizi üzmekten de kaçınmamalıyız.