İslamcılık, İslam’ın Doğu’da olduğu gibi Batı’nın büyük bir kısmına da hâkim olacağından haklı olarak korkulduğu devir geçtikten çok sonraları ortaya çıkmış savunmacı bir düşünceydi. Bu düşüncenin üretildiği dönemlerde, İslamiyet kılıçla veya sözle egemenliğini genişletmek bir yana, yalnızca kendini korumak kaygısında olan bir din haline gelmişti. Bir tarz-ı siyaset olarak İslamcılık da Osmanlı’nın asli unsuru olan Müslümanların Asya’ya dönmelerini engellemek veya geciktirmek için verilen bir çabadan daha fazlası değildi. Bu bakımdan kendisinden önceki Osmanlıcılıktan ve kendisinden sonra gelişecek olan Türkçülükten çok da farklı değildi. Nitekim bu dönemde geliştirilen tüm ideolojiler, İslamcılık da dâhil, Avrupa’nın üstünlüğüne karşı kurgulanmış, özünde, savunmacı projelerdi.
On dokuzuncu yüzyılın son çeyreğinde içeriği netleşmeye başlayan İslamcılık, tarihte ilk defa Abdülhamid döneminde iktidar olmaya çok yaklaştı. Görünüşte tüm koşullar İslamcı bir iktidardan yanaydı. Yaklaşık yüz yıldır ısrarla sürdürülen Osmanlıcı politikalar iflas etmişti. Temel amacı gayrimüslim toplumları imparatorluk içinde kalmaya ikna etmek olan modernleşme/reform süreci amaçlananın tam tersi sonuçlar üretmişti. Neredeyse Avrupa’daki tüm topraklarını kaybetmiş olan Osmanlı Devleti, artık coğrafi olarak daha Asyalı ve demografik olarak daha Müslümandı. Üstelik İslam coğrafyası birer birer Batı’nın işgaline uğruyordu. Ne Osmanlı’nın ne de diğer Müslüman halkların İttihad-ı İslam dışında başka bir çareleri vardı.
Bu koşullardan ve Sultan Abdülhamid’in adeta Osmanlı modernleşmesinin işleyişini ve içeriğini tersyüz ederek süregelmekte modernleşme sürecini Müslümanların lehine sürdürme kararlılığından ve Hilafet merkezli bir İttihad-ı İslam gerçekleştirme niyetinden umutlanan İslamcılar, İslam’ı çağın idrakine sunarak yeni bir diriliş ve medeniyet projesi gerçekleştirmek için fazlasıyla umutlanmış olmalıdırlar. Görünüşteki rakipleri Mithat Paşa’nın etrafında toplanmış olan meşrutiyetçi/reformist bürokrat kliğinden ibaretti. Nitekim bu klik de kısa bir süre içinde etkisizleştirilecekti.
Ancak İslamcılar, kısa süre içinde kendilerinin ideallerine yönelik en büyük tehdidin muhafazakârlıktan kaynaklandığını fark edeceklerdir. Muhafazakârların tasfiye ettiği ilk İslamcı ise meşrutiyetçilerin tasfiyesinden hemen sonra Sadrazamlık makamına atanan Tunuslu Hayrettin Paşa olacaktır. Sadece sekiz ay bu makamda kalabilen ve daha sonra Sultan’ın itirazlarına rağmen istifa etmek zorunda kalan Hayrettin Paşa’nın en ateşli muhalifleri arasında başını Ahmet Cevdet Paşa, Gazi Osman Paşa ve Gürcü Hamdi Paşa’nın çektiği muhafazakâr devlet adamları geliyordu. Hayrettin Paşa, kendisine “paşam, paşam ben Türk’üm ve Türk olarak kalacağım” diyen Sultan’a “ben de Müslümanım, Müslüman olarak kalacağım” diye cevap verecek kadar İslamcı, Cevdet Paşa ise Mabeyn Başkâtibi’ne “şu Arabı/Hayrettin Paşa’yı niçin söyletip duruyorsunuz, niçin def etmiyorsunuz?” diyecek kadar Hayrettin Paşa’ya muhalifti.
İslamcıların tasfiyesi Hayrettin Paşa ile sınırlı kalmadı. Aralarında Cemalettin Afgani, Said Nursi, Mehmet Akif, Babanzade Ahmet Naim, Said Halim Paşa ve Seyyid Abdülkadir’in bulunduğu birçok İslamcı aydın, yıllarca hafiyeler tarafından takip edildiler ve baskılara uğradılar. İçlerinden tımarhanelere kapatılanlar da oldu, ömürlerinin önemli bir kısmını sürgünde geçirmek zorunda kalanlar da. Cemalettin Afgani, hayatının en verimli dönemini, belki de olgunluk çağını İstanbul’da izole bir mekânda gözetim altında geçirdi ve orada öldü.
Yaşadıkları bu hayal kırıklıkları bazı İslamcıları adeta savurdu. Önemli bir kısmı Abdülhamid’e karşı Jön Türklerle iş tuttu. İttihatçı ve Kemalist rejimlerin daha baskıcı ve zalim yönetimlerinden dolayı nedamet getirenler de oldu. Sonraki dönemlerde İslamcı muhalefet ile karşı karşıya gelen tüm muhafazakâr iktidarlar, Abdülhamid’e ters düşen İslamcı aydınların akıbetini hatırlatarak, İslamcıları aynı hataya düşmemek konusunda uyardılar. Ancak hiç kimse İttihad-ı İslam stratejisini sadece tarikatlar ve şeyhler üzerinden yürüten, İslam’dan sadece geleneği ve tasavvufu anlayan ve İslamcılar üzerinde baskı kuran Hamidi rejimin de hataları olabileceği ve bu hataların İslamcıları da bazı hatalı tercihler yapmaya sevk etmiş olabileceği ihtimali üzerinde bile konuşmayı gerekli görmedi.
***
İki asırdır, istisnai dönemler haricinde, iktidara ortak bile olamayan İslamcılık, Ak Parti ile birlikte yeniden alternatif bir siyaset tarzı ve iktidar ortağı olma imkânına kavuştu. Ancak İslamcılar kendilerine sağlanan tüm olanaklara rağmen, fikri/entelektüel anlamda tarihlerinin en kısır dönemini yaşayarak alternatif bir model üretme şansını kullanamadılar. İslamcı bir hareketten çok, küresel hegemonyaya entegre muhafazakar bir yapılanma olmasına rağmen, Fethullahçılığın iş görme tarzı, İslamcılığın değerine, itibarına ve İslamcılara duyulan güvene ağır bir darbe vurdu. Fakat İslamcıların devletin çekiciliğine yenilmeleri, entelektüel verimsizlikleri ve Fethulahçılığın yarattığı tahribat İslamcılığın yerleşik düzen için bir tehdit olma durumunu da çok fazla değiştirmedi.
Nitekim son günlerde sık sık tanık olamaya başladığımız olaylar, devlete hükmetmeye başlayan yeni seçkinler grubunun ve bazı muhafazakâr/gelenekçi İslami yapıların bu sonuçtan yeni durumlar üreterek ve muhafazakâr iktidarı kullanarak Türkiye İslamcılığının bazı köklü geleneklerini tasfiye etme niyetinde olduğunun işaretlerini taşımaktadır. Büyük bir kısmı dışarıdan Ak Parti’ye sızmış olan, buraya taşınırken yanlarında eski ideolojilerinden kalma batıl fikirlerini ve eski örgütleri içinde öğrendikleri aşağılık yöntemleri getiren, önce Ergenekon ile daha sonra ise FETÖ ile mücadelede hem bildikleri yöntemleri geliştiren hem de bu örgütlerden yeni yöntemler öğrenen bu yeni komitacı grupların belirlenip tasfiye edilmesi öncellikli olarak Ak Parti’nin görevidir.
Çünkü Ak Parti, eski Haşhaşilerin olmadığı gibi yeni Haşhaşilerin de operasyon üssü/merkezi değildir. Olmamalıdır. Bilakis bu parti, Türkiye Müslümanlarının tarihsel birikimin ürünü ve aynı davanın uzun bir süre boyunca farklı arklardan akan kollarının buluştuğu, birleştiği ve kaynaştığı bir deryadır. Öyle olmalıdır ve öyle kalmakta direnmelidir. FETÖ’ye 28 Şubatçılardan miras kalan ve Türkiye İslamcılığının yüzyıllık ilmi, insani ve mali kazanımlarını hedef alan, ama şükürler olsun ki akamete uğrayan Selam-Tevhit Örgütü benzeri kumpasların, Ak Parti’nin tarihi yürüyüşü içinde sadece sıradan bir görev değişimi olarak değerlendirilmesi gereken bir olay bahane edilerek ve üstelik Müslüman bir iktidar kullanılarak yeniden üretilmeye çalışılması uzun vadede Ak Parti’ye de zarar verecek olan yeni bir kumpaslar zincirinin başlangıcı olacaktır.
İktidar rantından beslenen bu kliğin tek mahareti düşman üretilme kabiliyetidir. İktidar için yeni düşmanlar üretemedikleri ve çatışmalı ortamı sürekli besleyemedikleri zaman medyada, siyasette, iş dünyasında ve bürokraside elde ettikleri ayrıcalıkları ve konforu kaybedeceklerdir. Hâlbuki bizim en çok ihtiyaç duyduğumuz şey dostlarımızın sayısını arttırmaktır. Sürekli düşman üreten bir sistem ise kısa vadede bölünmeye, orta ve uzun vadede ise yok olmaya mahkûmdur. Bölünmeden, düşmanlıktan ve geçici kurumlardan çok, birliğe, kardeşliğe ve ömürleri liderlerin ömürlerinden daha uzun olacak kurumlara en çok ihtiyacı olan toplum Müslümanlardır. Bu yüzden de Ak Parti’nin aynı akıbete uğraması Müslümanlar için arzu edilen bir durum değildir.
Ancak karşı karşıya olduğumuz fitne çok daha dehşetlidir. Çünkü yukarıda tasvir ettiğimiz grupların değirmenlerine su taşıyan ve mevcut durumu bir hesaplaşma ve iktidardan pay kapma fırsatı olarak değerlendirmeye çalışan birçok İslami yapı da vardır. Genellikle fırsatçı gelenekçilerden oluşan ve İslami mücadeleyi adeta her şeyin mubah olduğu vahşi ve rekabetçi bir piyasa alanı gibi değerlendiren bu yapılar, kendi paradigmalarını daha İslami ve ahlaki bir bağlamda savunmak yerine, son gelişmeleri, tasvip etmedikleri veya rakip gördükleri İslami hareketleri itibarsızlaştırmak veya iktidar eliyle tasfiye etmek için kullanmak hülyasına kapılmışlardır. Bunun için uyguladıkları yöntem ise önce Davutoğlu’nu ve onun etrafında yer aldığı iddia edilen kişi ve kurumları ülkedeki her olumsuzluğun müsebbibi gibi sunmak, sonra da hedeflerindeki oluşumları başarısızlık olarak algılanan bazı önemli politikaların eş-sorumluları olarak topluma ve medyaya servis etmektir.
Fitneyi engellemenin en ucuz ve en kolay yolu, fitne odaklarının ürünlerine alıcı olmamaktır. Tunuslu Hayrettin Paşa’nın yaklaşık yüz kırk yıl önce, jurnalciliğin, ihbarcılığın ve ayak kaydırmanın adeta birer meslek haline geldiği bir dönemde, Sultan Abdülhamid’e yaptığı şu uyarı, tüm Müslümanların ama özellikle de liderlerin kulaklarına küpe olmalıdır:
“Bir metanın alıcısı olmazsa, satıcısı da olmaz. İhbarda yalan olması muhtemeldir. Önce tahkik icra olunmak, hak ve adalet gözetilmek Şan-ı Şahaneye layıktır.”