Miguel de Unamuno, “Yaşamın en trajik duygusu, insanın ölmeye yazgılı oluşunu bilmesinden ibarettir” der. Ölmek tüm canlılar gibi bizim de yazgımız ama bizi asıl farklı kılan bunu biliyor olmamız. Ölümü ister bir son olarak, ister başka bir hayata başlangıç olarak görelim, her iki durumda da kuşkusuz ölüm bu dünya hayatının sonu bizim için.
Bu yazının konusu salt ölüm ve onun bizler üzerindeki etkisi değil, ölüm bize gelinceye kadar zihnimizde biriktirdiklerimize ölümden sonra ne olacak, bunun cevabını aramaya çalışacağız. Zihnimiz; biz yaşamaya, dünyayı idrak etmeye başladığımız andan itibaren biriktirdiklerimizle dolu. Bu gayet normal ve insani. Bu bilgilerin çoğu hayatta kalmamıza yardım eden ya da kolaylaştıran bilgiler ama bir de entelektüel çabalar sonucu elde edilen bilgiler var ki bu daha çok kişinin tercihine ve çabasına bağlı. Sonuç olarak bilgi hayattayken çok değerli elbette ama bütün bu biriktirdiğimiz bilgiler biz ölünce ne olacak, hiç düşündünüz mü? Daha kolay anlaşılabilmesi için biraz karikatürize edelim, örneğin temel fizik bilgimizin bize sırat köprüsünden geçmeye yardım edebileceğini söyleyebilir miyiz? Tabi ki hayır! O halde eğer ölümden sonra burada öğrendiklerimiz işimize yaramayacaksa; neden bazı insanlar hayatı doyasıya yaşamak varken kendilerini evlerine, laboratuvarlarına ya da kütüphanelerine hapsedip tutkuyla zihinlerini bilgiyle doldurmaya çalışıyorlar?
Okulda öğrendiklerimiz, derken iş hayatından, sanattan, uğraşlarımızdan, tutkularımızdan öğrendiklerimiz, bunlar hepsi birer bilgi temelde ve biz bunları bir ömür boyu biriktiriyoruz. Peki sonunda ne oluyor bu biriktirdiklerimize? Hayattayken işimize yarıyor elbette çoğu ama onca yıl biriktirdiğimiz değerli değersiz geriye kalan ne varsa bütün bilgiler bizimle toprak oluyor ölünce ve geriye varsa belki eserlerimiz kalıyor, fakat bu eserlerin bize ölümden sonra ne faydası var?
Örneğin Einstein'ı, Newton'u ya da Tesla'yı düşünelim. Yaptıkları çalışmalarla tüm insanlığa büyük hizmetler sundular, yön verdiler ama bu bilgilerin, zihinlerindeki onca formülün, denklemin ölümden sonraki hayatları için onlara bir faydası oldu mu? Sonunda bir hiç olacak, ölümden sonraki yaşantımızda işimize bile yaramayacak bu bilgilerin depolanması ya da biriktirilmesi iştahı size de garip gelmiyor mu? Ya da Van Gogh'u düşünelim mesela; yaşamı büyük bir dram, büyük bir mücadele, tablolarının şu an çok ünlü olmasına bakmayın, hayattayken tabloları neredeyse hiç satılmadı ama o buna rağmen resimlerini büyük bir tutkuyla yapmaktan daha iyi nasıl resmederim diye çalışmaktan, araştırmaktan hiç vazgeçmedi, sizce neden? Açlıktan bitap bir haldeyken eline geçen üç beş frankla karnını doyurmak yerine, resim malzemeleri alan birinin yerine koyabilir misiniz kendinizi? Belki kendisi de farkındaydı ölümüyle birlikte tüm tecrübesinin, eşsiz renk bilgisinin, yenilikçi resim anlayışının, yani tüm bilgi birikiminin yok olacağının ama bu onu çabalamaktan, öğrenmekten, zihnini doldurmaktan alıkoymadı. Van Gogh'un eserleri, ya da kardeşine yazdığı mektuplar sayesinde aktardıkları elbette başka ressamları ya da insanları etkiledi, bu anlamda bir değeri var ancak konumuz bu değil.
Ya da Cemil Meriç'i düşünelim mesela, görme bozukluğu olmasına rağmen büyük bir tutkuyla kitap okuması, eline geçen tüm parasını kitaba yatırması, gözlerindeki bozukluk artınca kitap okuyabilmek için evindeki masanın üstüne bir sandalye koyarak lambaya yakın oturmaya çalışması ve sonunda belki de bu akıl-almaz okuma sevdası yüzünden gözlerini kaybederek kör olması. Tüm hayatını okumaya adamış bir insan için akla gelebilecek en büyük ceza belki de kör olmak ama bu trajedinin bile onu durduramamış olması, ölünceye kadar öğrencilerinin ve ailesinin yardımıyla okumaya, yazmaya devam etmesi bize başka bir şey anlatıyor.
Yazarlık, ya da diğer formlarda (bilim, sinema, müzik v.s.) her türlü üretme eylemi, ölümle birlikte tüm öğrendiklerimizin, bildiklerimizin de kaybolacağına dair bir korkunun sonucu mu o halde? İçgüdüsel olarak hepimiz bu öğrendiklerimizin bizimle birlikte yok olacağını bildiğimizden mi yazıyoruz, çiziyoruz, üretiyoruz? Kolaycılık yapıp bütün bu süreci insanın ölümsüzlük arzusuna da bağlayabiliriz ama bu yine de bazı durumları açıklamaya yetmiyor. Çok okuyup, çok çalışıp hiç üretmeyenler de var mesela, bu insanları nereye koyacağız? Hayatta basamakları tırmanmak için, tanınmak için, ünlü olmak için bütün bu zahmete katlanılıyor demek de çok mantıklı gelmiyor ölüm gerçekliği karşısında.
Albert Einstein'a atfedilen şu söz belki bize yol gösterebilir; "Hiçbir özel yeteneğim yok. Yalnızca tutkulu bir meraklıyım." Merak dünyaya gözlerimizi açmamızla birlikte bize eşlik eden, insana bahşedilmiş, bütün öğrenme süreçlerimizin hem bir anlamda başlatıcısı hem de kamçılayıcısı olarak büyük bir armağan. Ve merak öyle birşeyki, insanı hem rahatsız eden hem de eyleme geçmek durumunda bırakan bir şey, işte bu yüzden merak, bilimin de öğrenmenin de temelini oluşturuyor.
İnanç boyutundan meseleye bakarsak bu bir zorunluluk şeklinde karşımıza çıkıyor sanki, örneğin Ankebut suresi 20. ayette söyle buyruluyor;
"De ki: Yeryüzünde gezip dolaşın da, Allah ilk baştan nasıl yaratmış bir bakın. İşte Allah bundan sonra (aynı şekilde) ahiret hayatını da yaratacaktır. Gerçekten Allah her şeye kadirdir."
Bu ayete baktığımızda öğrenmeyi, araştırmayı Allah'tan gelen bir emir şeklinde değerlendirebiliriz. O zaman Siz siz olun 'bu ölümlü dünyada bu kadar şey öğrenip de ne yapacağım' diyenlere aldırmayın, merakınıza tutkuyla bağlanın, ölüm tüm öğrendiklerinizi bu dünyada bırakacak olsa da, yeni bir şey öğrenirken duyduğunuz heyecan ve mutluluk size yeter.