Türkiye-Rusya ilişkileri bir anomaliyi mi yoksa yeni normali mi temsil ediyor? Ankara’nın Moskova’yla derinleşen ilişkileri, bunun strateji ve savunma sanayii alanlarını kapsaması bu ve benzeri soruları tetikliyor.
Türkiye’nin siyasal tarihi merceğinden bakacaksak olursak, yaşananları tarihsel bir sapma veya olağanüstü bir safha olarak okuyabiliriz. Hem Osmanlı hem de Cumhuriyet eliti farklı Batılı aktörlerle yaptıkları ittifaklar aracılığıyla Rusya’yı dengeleme siyasetini her daim güttüler. Bu aktör bazen İngiltere, bazen Fransa, bazen Avusturya bazen de Almanya oldu. 20’nci yüzyılın ikinci yarısından itibaren de bu aktör büyük oranda Amerika’ydı. Hasılı bu siyasetin tarihsel bir sürekliliği oldu.
Bu dengeleme siyaseti Rusya’yla iyi ilişkileri veya işbirliğini dışlamıyordu. Atatürk’ten Demirel’e veya Özal’a, Ecevit’ten Erdoğan’a (2016’ya kadar) veya Davutoğlu’na kadar, Türkiye’de liderlerin çoğu Rusya’yla işbirlikleri yaptılar. Fakat bu işbirliklerinin hepsinin içinde gerçekleştikleri bir ana çerçeve vardı. Bu da dengeleme siyasetiydi. İlaveten, yönetici elit Türkiye’nin Kuzey komşusu olan Moskova’nın Türkiye’nin Güney, Doğu veya Batısında fazla nüfuz sahibi olmaması için teyakkuzda olurdu. Bugün bu her iki boyut da Türkiye’nin Rusya siyasetinde gerekli ölçüde yok.
Batı’yla kriz hali, Türkiye’yi Rusya’ya karşın etkin bir denge siyasetinden mahrum kılıyor. Dahası, bugün Rusya Türkiye’nin Kuzey, Güney, Doğu ve Batı komşusu durumunda. Son olarak, Türkiye ilk defa S-400’ler örneğinde yaşandığı üzere gelişmiş bir silah sistemini Rusya’dan satın alıyor. Bütün bu faktörleri yan yana koyduğumuzda, Türkiye-Rusya ilişkilerinin bugünkü resmi, Türkiye’nin siyasal tarihi merceğinden değerlendirecek olursak tarihsel bir anomaliyi temsil ediyor.
Fakat dünyanın bugününün lensinden bakacak olursak, yaşananlar pekâlâ yeni bir normali temsil ediyor diyebiliriz. Bölgesel aktörlerin bölge siyasetlerindeki paylarını global aktörlerin aleyhine olacak şekilde artırdığı bir dönemdeyiz. Bu trend devam edecek gibi görünüyor. Bölgesel, sınırlı veya mini çok taraflılık kavramlarının uluslararası krizlerin çözümünde daha fazla önem kazandığı bir evrede; Türkiye, Rusya, İran gibi ülkelerin farklı jeopolitik başlıklarda hem çatıştıkları hem de birlikte çalıştıkları örneklere daha fazla şahit olacağız. Suriye, Libya, Dağlık Karabağ böylesi örnekleri oluşturuyor. Global hegemon siyasetinin sarsıntı geçirdiği, bölgesel aktörlerin daha iddialı oldukları bu evrede Rusya-Türkiye ilişkilerinin bugününü tanımlayan paradoksallık ve işlevsellik başka birçok ilişki formatında kendisini gösterecektir.
Türkiye-İran, Çin-Rusya veya Rusya-Hindistan ilişkilerinde bu durumun yansımalarını görebiliriz. Bu ilişkilerin hepsinin hem paradoksal hem işlevsel bir tarafı var. Bu aktörlerin hepsi hem hegemon siyasetinden hem de hegemon aktörün kendisinden kaynaklı ciddi manada rahatsızlıklara, hoşnutsuzluklara, tehdit algılarına, mağduriyetlere veya mağduriyet hislerine sahipler. Türkiye, Rusya veya İran için rahatsız olunan hegemon aktörü ABD temsil ederken Hindistan için bunu Çin temsil ediyor. Yine, bu aktörlerin hepsinin statü talebi var. Mevcut uluslararası düzenin ve buradaki güç/statü hiyerarşisinin geçmiş bir zamana göre kurgulandığı ve bu elbisenin bugünün realitesi için dar geldiği anlayışı bu aktörlerin çoğunu ortak kesiyor. Bu yaklaşımın doğru veya yanlışlığından bağımsız olarak uluslararası sisteme dair belli ön kabullere, jeopolitik gerçeklikler üzerinden yaşanan siyasal gerçekliğe ve statü talebi merkezli bir siyasal psikolojiye veya statüsel rahatsızlığa dayanıyor.
İlişkilerin Bugününü Yaratan Koşullar
Buradan odağı tekrardan Türkiye-Rusya ilişkilerine çevirecek olursak, bu ilişkilerin mevcut resminin vücuda gelmesinde üç faktör ön plana çıkıyor.[1]
Birincisi, hem Batı merkezli uluslararası sistem hem de Batının belli politikalarından rahatsızlık iki aktör arasında ortak zemini oluşturuyor. Makro ölçekte düzen merkezli, mikro ölçekte ise politikalar merkezli rahatsızlıklardan bahsediyoruz. Olayın sistemle alakalı boyutuna bakacak olursak, her iki aktör de pastadan hak ettiklerinden daha az pay aldıklarını düşünüyorlar. İşbirliklerini Batı merkezli uluslararası sisteme karşı ortak bir itiraz olarak okuyabiliriz. Her ne kadar sisteme itiraz etseler ve onu sarsmak isteseler de, Türkiye ve Rusya sistem karşıtı aktörler değiller. Mesela Rusya mevcut uluslararası düzenin en önemli sac ayaklarından biri olan Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nin halihazırdaki yapısını ve oradaki üyeliğini büyük bir kararlılıkla sürdürmek istiyor. Aynı şekilde Türkiye, Batı merkezli sistemin en önemli kurumlarından olan NATO ve OECD’deki yerini olduğu gibi devam ettirmek istiyor. Sistemin ikame edilmesini değil güncellenmesini talep ediyorlar. Çünkü sistemdeki paylarının olması gerekenden az olduğunu düşünüyorlar. Bu duygunun gerçeklik zemini sorgulanabilir. Fakat bu duygu veya siyasal psikoloji her iki ülkenin yönetici elitinin ciddi bir kısmında mevcut.
Siyasalar merkezli rahatsızlığın kaynakları daha somut, daha güncel bir mahiyete sahip. Ukrayna krizi sebebiyle de sıkça konuştuğumuz NATO’nun eski Sovyet coğrafyasına doğru genişleme projeksiyonu veya buraların Batı sistemine eklemlenmesi Rusya-Batı ilişkilerindeki en önemli kriz başlıklarından birini teşkil ediyor. Benzeri şekilde, Türkiye-Batı ilişkilerinde veya daha somut konuşacaksak Türkiye-ABD ilişkilerinde gittikçe içinden çıkılması zor kriz yumakları oluştu. ABD’nin Suriye’de PYD/YPG’yi, Doğu Akdeniz’de ise Türkiye karşıtı bloku desteklemesi, Türkiye’nin Rusya’dan S-400 sistemlerini alması ve daha birçok farklı başlık Ankara-Washington ilişkilerini zehirleyen bir işlev gördü. Zaten epeydir Ankara ile Washington’ın tehdit algıları ciddi manada ayrışıyordu. ABD’nin tehdit algısını büyük oranda gelmekte olan büyük güçler rekabeti belirlerken Türkiye’ninkini bölgesel gelişmeler tayin ediyor.
Yeni Dünyaya Adaptasyon
İkincisi, bu ilişkiyi kısmen küresel ölçekte yaşanan sistemik değişime bir adaptasyon hamlesi olarak okuyabiliriz. Fakat bu başlıkta yukarıda da belirttiğim üzere ön kabullerle gerçekler iç içe geçmiş durumda. Dünya eskisi kadar Batı-merkezli değil demekle dünya post-Batı bir evreye geçti demek iki farklı şeyi temsil ediyor. İlki bugünkü durumun resmini ortaya koyarken ikincisi bugüne dair bir kabulü veya algıyı temsil ediyor. Burada ise algı veya ön kabulle olgu örtüşmüyor. En azından şu an için örtüşmüyor. Buna rağmen, mevzubahis okuma Türkiye’nin dış politikasını ciddi manada şekillendiriyor. Bu yaklaşıma göre doğmakta olan çok kutuplu dünyada Türkiye bu kutuplar arasında stratejik dengeleme siyasetiyle çıkarlarını daha etkin bir şekilde elde edebilir. Somutlaştıracak olursak, Suriye’de Türkiye hem ABD’yle hem de Rusya’yla iş tuttu. Libya’da hem Rusya’yla hem de Batılı aktörlerle benzeri formülü denedi. Bu okumanın bir yansıması olarak, Ankara, Çin-ABD arasında ufukta görünen büyük güçler rekabetini tehdit merceğiyle değil imkân merceğiyle okuyor. İlaveten, bu yaklaşım, uluslararası sistemde yaşananları ittifak yapıları veya kurumlar üzerinden değil süreçler ve meseleler üzerinden okumaya daha meyilli duruyor.
ABD’nin Türkiye’nin komşu coğrafyalarındaki güvenlik yükümlülüklerini kısmen azaltması bu okumayı tahkim eden bir işlev görüyor. Nihayetinde, Türkiye uluslararası sistemde yaşananları kendi mücavir coğrafyasında yaşadığı deneyimler üzerinden okuyor. Burada da Ortadoğu’dan kısmi olarak geri çekilen bir ABD’ye karşın Ortadoğu’nun güvenliğindeki payını artıran bir Rusya ve ekonomisindeki payını artıran bir Çin görüyor. Sadece Türkiye değil bölgedeki birçok ülke bu duruma kendisini adapte ediyor. Türkiye de dahil olmak üzere bölgesel aktörlerin uluslararası aktörlerle kurdukları ilişkilerin mahiyetinin değişmesini jeopolitik gerçekliğin bir sonucu olarak okuyabiliriz.
İki husus bu yaklaşımın sınırlarını ortaya koyuyor. İlki, Türkiye hem Rusya hem ABD’yle aynı anda çalışma deneyimlerini her iki aktör için de daha ikincil derecede önemli olan kriz alanlarında yaşadı. Her iki aktörün daha sert bir şekilde kapışacakları kriz başlıklarında bu yaklaşım büyük oranda işlevsiz olur. Diğeri, Rusya, Türkiye’yle Ortadoğu, Kuzey Afrika veya benzeri alanlarda işbirlikleri yapmaya istekli olduğunu gösterdi. Suriye’de, Libya’da bunu gördük. Buradaki işbirlikleri sayesinde her iki aktör kendi çıkarlarını elde ederken Batılı aktörlerin oyun alanlarını da daraltabiliyorlardı. Buna karşın Rusya, kendi yakın coğrafyasında veya post-Sovyet coğrafyasında Türkiye’yle işbirliklerine daha mesafeli yaklaşıyor. Burada Türkiye’nin zemin kazanması Batılı aktörler değil Rusya pahasına olacaktır. Mesela, Dağlık Karabağ meselesinde Rusya, Türkiye’yle ikili bir süreç yürütme konusunda pek istekli davranmadı. Tabii Türkiye’nin Ermenistan’la ilişkilerinin olmaması da onun elini zayıflatan bir işlev gördü. Putin, Ukrayna’yı ise tarihsel Rusya’nın bir parçası olarak görüyor.
Rusya, Ortadoğu ve Afrika gibi coğrafyalarda yaşananlara güç projeksiyonu, nüfuz veya statü projeksiyonu merceğinden bakarken post-Sovyet coğrafyasında yaşananlara ulusal güvenlik merceğinden bakıyor. Kullanılan mercekteki bu farklılık Rusya’nın esneklik ve sertlik derecesini tayin ediyor. Ankara-Moskova ilişkileri post-Sovyet coğrafyasına kaydıkça ilişkilerdeki gerilim dozunun da geometrik olarak artacağını öngörebiliriz.
Şahsi Olanın Jeopolitikleşmesi
Üçüncüsü, bu ilişkilerin mevcut resminin ortaya çıkmasında Erdoğan ve Putin hayati roller oynadılar. Kısmen şahsi olanın jeopolitikleşmesine şahitlik ettik. Zaten bu ilişkilerin ne kadarının Türkiye-Rusya ne kadarının Putin-Erdoğan olduğu o kadar net değil. Bu aşamada bu ayrım o kadar önemli de değil. Nihayetinde bu iki aktör ülkelerinin nihai karar vericileri. Aldıkları kararlar ülkelerinin dış siyasetini tayin ediyor. Fakat bu ayrım Moskova-Ankara ilişkilerinin geleceğine dair yapılan zihin jimnastikleri için önemli. Türkiye-Batı ilişkileriyle karşılaştırıldığında, Türkiye-Rusya ilişkilerinin kurumsal derinliği veya elit sahipliği henüz o kadar güçlü değil. Peki bu durumda, post-Erdoğan veya post-Putin döneminde bu ilişkilerin mevcut resmini değişmesini beklemeli miyiz?
Şüphesiz Putin veya Erdoğan’dan biri veya her ikisinin sahneyi terk etmesi, bu ilişkilerin mahiyetini ciddi manada etkiler. Bu aktörlerin ideolojik ve siyasal formasyonları ve jeopolitik projeksiyonları her iki ülkenin de dış politikasına rengini veriyor. Fakat medyada sıklıkla resmedildiği gibi Putin veya Erdoğan, ülkelerinin siyasal tarihlerinde bir anomali veya sapmayı temsil etmiyor. Her iki aktörün jeopolitik tahayyülünü şekillendiren tarihsel, fikirsel veya siyasal süreçler bu aktörlerin sahneden çekilmesiyle buharlaşmayacak. Bu aktörler olmasa da uluslararası sistemdeki yapısal değişim yaşanmaya devam edecek.
Her iki ülkenin Batı’yla ilişkilerinde yaşadıkları statü ve çerçeve krizi devam edecek. Her iki ülkenin rol arayışları ve jeopolitik kimliklerinde yaşanan yarılma devam edecek. Büyük güçler rekabetinin şafağında olan bir dünyada jeopolitiğin global siyasetteki önemi daha da artacak. Bölgesel güçlerin bölge siyasetlerindeki payları artmaya devam edecek. Her iki ülkenin mücavir coğrafyalarında yaşanan dönüşüm devam edecek. Envanterlerinde epey sert güç unsurlarına sahip olan bu aktörler gerektiğinde bunları kullanmaktan imtina etmeyecekler. Her ne kadar müstakil medeniyet söylemini kullansa da kendisini kültürel Batı’nın parçası gören Rusya’nın Batı’yla ilişkilerini tanımlama girişimleri sürecek. Büyük oranda kurumsal Batı’nın parçası olan Türkiye’nin ise Batı içerisindeki konumunu tanımlama süreci devam edecek. Ve bütün bunlar Batı fikrinin hem Batılılar hem de dünya için ne anlam ifade ettiğinin muğlak olduğu bir dönemde yaşanacak. Hasılı, post-Erdoğan veya post-Putin döneminde Türkiye ve Rusya’nın dış politikaları bugünkülerden farklı olacak, fakat bugünkülerin anti-tezleri de olmayacaklar.
Bunu söylemekle birlikte, görünen gelecekte Türkiye-Rusya ilişkilerinde gerilimlerin artacağı Türkiye-ABD ilişkilerinde ise tansiyonun düşeceği bir dönemden geçeceğiz. Bosna’dan Ukrayna’ya ve Afganistan’dan Kazakistan’a kadar son dönemlerde ortaya çıkan tüm krizler Türkiye ile ABD arasında daha fazla ortak zemin oluştururken Türkiye ile Rusya arasında da daha fazla potansiyel veya fiili gerilim alanlarını ortaya çıkarıyor. Buna rağmen Ukrayna hadisesi, fiili ve kapsamlı bir çatışmaya dönüşmediği sürece taraftar birbirlerini zaman zaman hırpalasa ve birbirlerine maliyet ödetse de bu ilişkilerde kopuşu engelleyecek bir esneklik göstereceklerdir. Zaten Ankara-Moskova ilişkilerinde ortaya konulan stratejik esneklik, ilişkilerde sert bir kopuşu önleyen en önemli faktörü temsil ediyor. Bu ilişkilerin yeni evresi hâlâ inşa aşamasında ve buradaki süreçler dinamik bir mahiyete sahip. Örneğin Türkiye-Rusya ilişkilerinde en fazla mevzubahis edilen asimetri ve bağımlılık hadiseleri bu ilişkilerdeki sabit özellikleri temsil etmiyor. Onun yerine bunlar, dinamik süreçlerden etkilenen değişken özelliklerdir. Tıpkı Türkiye-Rusya ilişkilerinin genel mahiyeti gibi…
İktidarın ve gücün bu kadar şahsileştiği bir vasatta, ülkenin direksiyonunda kimin olduğu Türkiye’nin dış politika rotasına da Rusya’yla ilişkilerine de ciddi manada etkide bulunacaktır. Zaten Rusya ve Çin’le girilen yolun bir yönü içeride inşa edilmeye çalışılan arkaik rejimi taşımaya matuftu. Fakat bunun da ötesinde dünyada ve Türkiye’nin komşu coğrafyalarında yaşanan sistemik değişimle Türkiye’nin iç siyaset rotasının kesişimi, Türkiye’nin dünyadaki yerini ve bunun bir alt başlığı olarak Rusya’yla ilişkilerinin geleceğini tayin edecektir.
(Galip Dalay - perpektif.online)