Cumhuriyet tarihi boyunca Türkiye bir statüko gücü olarak hareket etmişti. Yani maceracılıktan kaçınmış, yerleşik bölgesel ve uluslararası düzeni veri alarak siyasetlerini belirlemişti. Bunun iki istisnası dahiyane bir diplomatik başarı sayılması gereken Hatay’ın Türkiye’ye dahil edilişi, diğeri de başlangıç hedeflerinden çok farklı bir konumda uzun süre kalan Kıbrıs’tır.
Adalet ve Kalkınma Partisi de, iktidara geldikten sonraki tüm devrimcilik iddialarına rağmen 1990’larda şekillenmiş siyasetleri ilerletmişti. Gerçi, bunlara kendi renklerini ve söylemini katmış ama temelde de çevresindeki statükoyu değiştirme çabasına girmeyen bir yaklaşım içinde olmuştu.
Bu durum Arap isyanlarıyla değişti. Arap isyanlarının meşru, haklı ve güçlü bir toplumsal tabana dayanan taleplerini destekleyen iktidar partisi yerleşik bölgesel düzenin değişmesi fırsatının da bu arada çıktığına inandı. İlk hatasını da orada yaptı.
Geniş tabanlı bir toplumsal değişimin yalnızca tek bir unsuruna, Müslüman Kardeşler’e destek verip kurulacak yeni rejimlerin niteliği üzerinde de söz sahibi olmak istedi. Ne var ki bölgenin otoriterlik, zulüm, özgürlük eksikliği, eşitsizlikten ibaret makûs kaderini değiştirecek tarihsel bir dönüşüm anını yönetmek ve yönlendirmek bir yana ofsayta düştü. Hatta sonunda kendisini, şiddetle karşı çıktığı Mısır’daki darbeyi daha kurgulanırken destekleyen ve finansmanını sağlayan Suudi Arabistan’la Suriye’de kader birliği etme konumunda buldu.
Suriye’de Suudi Arabistan ile birlikte rejimi devirme çabası başarısızlıkla sonuçlandı. Suriye’nin geleceği üzerinde mutlak söz sahibi olabilme iddiasıyla yola çıkan Türkiye giderek kendi sınırlarına hapsolma, Arap Ortadoğu’sundan fiziki olarak kopma noktasına geldi. Komşu ülkedeki hedeflerinin hemen hiçbirini gerçekleştiremedi.
Suriye Kürtlerinin önde gelen örgütü PYD’nin siyasi ve silahlı mücadelesini doğru değerlendirip stratejik bir akılla yönetmeyi beceremeyince alandaki gelişmeleri etkileyemez oldu. Üstelik bu tercihinin bir sonucu olarak, sahada yalnızlaşıp, Rusya’nın ve İran’ın varlığından kaynaklanan tehdidi yakından hissettikçe aralarına dönmek için gayret gösterdiği Batılı müttefikleriyle de arası açıldı. Sonunda “Ya beni ya PYD’yi tercih edeceksin” diye zorladığı ABD’nin“PYD ile ilişkilerimiz devam edecektir” cevabına katlanmak zorunda kaldı.
Suriye politikasının başarısızlığı ortaya çıktıktan sonra Rusya ile kafa kafaya gelinmesi ise Türkiye’yi gerçek anlamıyla kilitledi. SU-24 uçağının neden düşürüldüğü, bunun maliyetinin nasıl hesaplandığını kamuoyu halen bilmiyor. Ama Rusya Türkiye’ye yönelik tüm hasmane niyetlerini gerçekleştirebileceği bir ortamı yakaladı, adımlarını attı.
Şimdilik görebildiğimiz Rusya’nın Türkiye’yi daha da büyük bir tuzağa çekmek istediği. Bu tuzak Halep’e giden tüm ikmal yolları kesilen, kendisine bağımlı örgütlere yardım gönderemeyen Ankara’yı, Suriye’de bir kara harekâtına zorlamaktır. Ürkütücü olan Türkiye’de iktidara yakın bazı kesimlerde böyle bir harekâtı destekleyici bir havanın varlığıdır.
Böyle bir olasılığın askeri açıdan analizini yapan Dr. Can Kasapoğlu’na göre (http:// warontherocks.com/2016/02/prospects-fora- turkish-incursion-into-syria/ ) sınırlarında hasım askeri güçlerle karşı karşıya gelecek, Halep düşerse yüz binlerce mülteciyle daha uğraşmak zorunda kalacak olan Türkiye’nin“Operasyonel olarak sınırlı bir harekât yapma ve sınır ötesinde küçük bir korunaklı bölge yaratma kapasitesi var.”
Ancak böyle bir hamle hava kuvvetlerince desteklenmek zorunda olduğundan Rus ve Türk hava kuvvetlerinin çarpışması ihtimali yüksek. NATO’nun Suriye topraklarında gerçekleşecek bir çatışmada Türkiye’ye destek verme ihtimali yok. Özetle “Türkiye, sınırlı bir harekât yapmanın jeostratejik gerekliliği ile Rusya ile kontrol edilemeyecek bir tırmanma ve ülke içinde terörizm tehdidi arasında sıkışmış gibidir.”
Bakalım Türkiye’nin bugünkü yöneticileri yüz yıl öncenin İttihatçıları gibi oyuna gelecek midir?
Soli Özel - Habertürk