Şunlar Cumhurbaşkanı Erdoğan'ın sözleri:
“DAİŞ örgütünün bugüne kadarki saldırılarında 130'a yakın vatandaşımızı ve güvenlik güçlerimizi kaybettik. Buna karşılık özellikle Kilis'e yönelik saldırıları nedeniyle DAİŞ terör örgütünün Suriye'deki 3000 mevzisini vurduk, 1300 mensubunu imha ettik. 3500'e yakın kişiyi sınır dışı ettik. 1507 kişiyi de tutukladık...”
Şu dün DHA'nın geçtiği haber:
“Askeri kaynaklar, 22 Temmuz 2015 tarihinden bugüne kadar 6 bin 623 PKK'lı teröristin etkisiz hale getirildiğini açıkladı. Bunlardan 4 bin 571'inin öldürüldüğü, 695'inin yaralandığı, 716'sının yakalandığı ve 641'inin ise teslim olduğu belirtildi…”
Şehit sayısıyla ilgili son bilgiyi AB Bakanı Bozkır verdi: 450 kişi…
Güneydoğu'daki çatışmalarda sivil ölümleri TİHAV'a göre 250'nin üzerinde...
Bu rakamları türlü biçimlerde okumak mümkün: Kuşatılma, amansız mücadele, savaş, asayiş ve şiddet tuzağı...
26 Mart günü Erdoğan, Harp Akademileri'nde şehit sayısını 355 kişi olarak açıklamıştı. 1,5 ayda bu rakama 95 can daha eklenmiş. Üç ay sonra muhtemelen etkisiz hale getirilen, öldürülen PKK'lı katlanacak... Şehit sayısı artacak...
Bu, sonu olan bir çatışma mı yoksa bir fasit daire mi?
Sonu olan bir çatışma olsaydı 30 yıldır, bunca kayıpla, tahribatla sürer miydi?
Hep aynı sorular değil mi?
Ama gerçekler böyle...
Bir yanımızda iç siyaset ve anayasa tartışmaları var.
Diğer yanımızda Kürt meselesinin yakıcılığı var.
Ve bu iki mesele iç içe: Dokunulmazlıkların kaldırılmasına dair komisyon kararında HDP dışındaki üç siyasi parti, “siyasi alan daraltılması”nın terörle mücadele unsuru haline gelmesi için ortak davrandılar. MHP yönetimi, Kürt meselesinde siyasi kapıların tümüyle kapanması koşuluyla AK Parti'ye koalisyon ortaklığı ve muhtemelen partili başkanlık sisteminde destek dahil her tür desteği vereceğini açıkladı.
AK Parti, kısmi bir denge faktörü olan Davutoğlu'nun oyundan düşmesinden sonra, hiçbir çatlak olmadan tümüyle “otoriter istikrar” tezine sarıldı. Bu tezin bir kapısı “siyasi irade, liderlik, şahsi ağırlık, otorite tesisi” ilişkisi üzerinden otoriter bir bakış ve duruşun doğrulanmasına açılıyor. Diğer kapısı Kürt sorununa endeksli yükselen milliyetçi hassasiyetin, bir ittifak, bir iktidar bloğu üzerinden anayasal bir geçiş için araçsallaşmasına açılıyor.
Aslında bu bir paradoks hali...
Cumhurbaşkanı Erdoğan'ın Kürt meselesinde asli çözümün eninde sonunda siyasetten geçtiğini bilmemesi, görmemesi mümkün değil. Nitekim daha önce gördü, angaje oldu ve risk aldı. Cumhurbaşkanı olurken ilk vaadi çözüm sürecine sahip çıkma yönünde oldu.
Bugün Erdoğan ve AK Parti'nin Kürt meselesinde bir paradigma değişimi yaşadığını sanmıyoruz. Çok aktörlü, çok faktörlü, ulusal sınırları aşan bu sorunun dinamiklerinin son “PKK'lının öldürülmesine kadar giden” bir stratejiyi doğrulamadığı açık.
Çatışmanın iki taraf açısından zaman zaman zorladığını, bir araç olarak kullanıldığını unutmamak gerek. Kanımız o ki, izlenen politika, PKK'nın etkinliğini aşağıya çekmek fikri üzerine oturuyor.
Dün nasıl Çözüm Süreci fikri varken, nasıl asayiş politikaları varlığını devam ettirdiyse, bugün de sürmekte olan asayiş politikaları ortamında Erdoğan'ın kafasının köşesinde çözüm ve siyaset fikri varlığını sürdürüyordur.
Ancak bu fikrin üzerine PKK'nın şiddet politikaları, şehir savaşları stratejisi dışında da zorlaştıran etkenler var. Bu açıdan Haziran 2015 seçimlerinde özellikle Orta Anadolu'da çözüm sürecinin yol açtığı oy kayıpları, yüzde 49'a geri dönüşte terör karşısında istikrar beklentisinin oynadığı rol, AK Parti'nin anayasal projesi için meclis düzeyinde uzlaşmaya, seçmen açısından oya ihtiyaç duyması, siyaset kelimesinin üzerini tümüyle örtüyor.
Keşke siyasi oyunu daha içerden, daha akıllı oynayan, bu koşulları iyi değerlendirecek, uzlaşmayı demokrasi istikametinde üretebilecek bir ana muhalefet olsa...
AK Parti de bu...
Ancak paradoksun da yıpratan, ezen bir gerçek olduğunu unutmamak gerek...
- Ali Bayramoğlu - Yeni Şafak