Nazım Kadri Ekinci (*)
Tayyip Erdoğan’ın muhtemelen en büyük hatâsı Abdullah Öcalan üzerinden PKK’yi silâhsızlandırabileceğine ya da sınır dışına çıkarabileceğine inanmış olmasıdır. Abdullah Öcalan’ın en büyük hatâsı da, bölgede ”devleti reddetmeyen” ama kendi güvenlik güçleri olan bir “kantonlar “ grubu kurulmasına T.C. devletini Erdoğan ve ona bağlı MİT ekibi üzerinden ikna edebileceğine inanmış; daha da vahimi, ona bağlı olan herkesi de inandırmış olmasıdır. Çözüm süreci, karşılıklı olarak mümkün olmayan beklentiler üzerine kurulu bir hayaldi. Her iki taraf da uzun bir süre önce karşılıklı olarak hayallerinin gerçekleşmeyeceğini anlamış olmalıdır. Her iki tarafın da süreç boyunca kaçınılmaz gördükleri savaş için planlarını ve hazırlıklarını yapmış olduğu çok açık.
İlk başta ve şu ana kadar savaş, büyük ölçüde kentlerde örgütlenmiş gençlerce yürütülmeye çalışıldı. Bu gençler son iki seneyi inandırıldıkları üzere büyük bir beklenti içinde; özyönetime geçilip kendilerinin “asayiş” gücü olacağı ve bürokratik mekanizmada yer alacakları günlerin hayaliyle geçirdi. Bunu, burada yaşayıp gözlem yapma yeteneği ve olanağı olanların görmüş olması gerek diye düşünüyorum. İki yıl boyunca halkın içinde yaşadılar; müsamaha ve destek gördüler; giderek, günü geldiğinde halkın içinden vurup, halkı mücadeleye katmak demek olan devrimci halk savaşının gerçekleşebileceğine olan inançları pekiştiği ölçüde sabırsızlanmaya başladılar. Savaş başlayınca, büyük bir enerji, hırs ve umutla şehirlerde yerini alacakları polis güçlerine saldırdılar ve saldırıyorlar. İşte tam bu noktada büyük hayal kırıklığı yaşanmış olmalı. PKK’nin en büyük hatâlarından biri, seçimlerde DEP-HADEP-BDP-HDP’ye verilen oy oranı ile kendi yönetim projesine desteği bir tutması. Yüzde 90 ve üzeri oy alınan Lice, Silvan, Varto, Şemdinli, Yüksekova ve en önemlisi Cizre’de halk “gençlerle” birilikte ayaklanmak bir yana, fırsat ve imkân bulduğunda kenti terk etmiş bulunuyor.
Bunu “gençler” yapamaz ama PKK’nin kendine sorması gerek: “Halk benimle birlikte ayaklanıp ne kazanacak?” Bu sorunun, inanç ve ülküler temelinde düşünmeye alışmış olanlar için hayret kaynağı olacağını biliyorum. Nasıl, ne kazanacak? Kazanacak bir dünya var! Ama son tahlilde, her türlü halk hareketinin bir maddi temeli olmalı. Burada maddi temeli sadece sınıf temeli olarak düşünmemeliyiz. Onu da içerecek şekilde, ama ötesinde ve daha genel olarak, toplumsal maddi temeli, bir harekete taraf olan ve sonuçta konumu itibariyle o hareketten beklentisi bulunan (homojen olan veya olmayan) gruplar oluşturur. Örneğin “gençlik” sınıf da değildir, homojen de değildir, ama kantonsal özyönetimden büyük beklentisi olan etkili bir gruptur.
Şimdi Kürdistan’da herkes mülkünün sahibidir, yani örneğin geçen yüzyılın başlarında Balkanlarda olduğu gibi “sömürgecileri” çıkarınca toprağa ya da başka mülklere kavuşmayı uman bir köylülük ya da şehirli esnaf/zanaatkâr zümresi yoktur. Esas faaliyet alanı olan tarımda topraklar zaten yerleşik Kürtlerindir. Türkiye’nin genelinde olduğu gibi, kendi dışından net transfer alan tarım faaliyetleri doğrudan ve dolaylı istihdamın çoğunu sağlamaktadır. Dolayısıyla toplumun çoğunluğunu oluşturan köylülüğün ve çoğu şehirlerde olmak üzere gündelik yaşayan kesimlerin, PKK yönetiminde bir özyönetimden kazanacağı bir şey yoktur. Şehirlerde mevcut mülkiyet ve hukuk düzeni içinde ticaret, zanaat ve profesyonel hizmetler sektörlerinde çalışan ve gelir durumu görece iyi olan kesimlerin de öyle. Bu iki kesim toplumun kahir ve sessiz çoğunluğunu oluşturuyor ve PKK anlamında bir özyönetimin savaş yoluyla gerçekleşmesinin içerdiği mutlak belirsizlik bu kesimleri rahatsız kılıyor.
Geriye, bürokratik yönetici emelleri olan eğitimli küçük burjuva, meslek sahibi kesimler ile “gençlik” ve PKK şehitlerinin aileleri kalıyor. “Gençler” özyönetim için savaşan gücü oluştururken, eğitimli küçük burjuva kesimler de legal alanda siyasetin örgütlenmesini sağlıyor. Aileler ise canlı kalkan ve benzeri eylemlerde yer alıyor. Özetle, kahir ve sessiz çoğunluk için sadece yönetici değişikliği ve müthiş bir belirsizlik söz konusu ve onlar da bu nedenle ayaklanmıyor. Bu analiz çerçevesi belki yetersiz ve hatâlı olabilir, ama “halkın” neden özyönetim için ayaklanması gerekirken ayaklanmadığı gibi analize muhtaç bir konuda bir başlangıç teşkil edebilir. Aslında bu ve izleyen paragraftaki konular gayet net bir şekilde bir alan çalışmasının konusudur; bu vesileyle, bu tür çalışma yeteneği ve imkânı olanlara hatırlatmış olalım.
Peki, o zaman kahir ve sessiz çoğunluk neden (BDP ve HDP gibi) “müzahir” partilere oy veriyor? Bence bu insanlar kendi kimlikleriyle, hukuk anlamında özgür ve demokratik bir Türkiye’de yaşamak istiyor. Burada kritik bir nokta da bu kesimlerin son on beş yılda artan oranlarda orta sınıflaşma şansını yakalamış olması ve Türkiye’nin yakaladığı ekonomik dinamikten de pay alarak tüketicileşmesidir. Bu nedenle 2002 seçimlerinden itibaren, başlangıçta Avrupa’ya yakınlaşmanın, bu kapsamda 1990’lı yılların baskılarının yavaş yavaş kaldırıldığı demokratikleşmenin ve hızlı bir ekonomik toparlanmanın taşıyıcısı olan AKP’ye de çok oy verdiler. Ama zaman içinde AKP’nin Avrupa’ya sırtını dönmesi, demokratikleşmeyi askıya alması ve dünya iktisadi konjonktürünün desteğinin azalmasına bağlı olarak, tüketici talebini esas alan ekonomik büyümenin zora girmesiyle, AKP oy kaybetmeye başladı. Demokrasi taleplerinin taşıyıcılığı “müzahir” partilere geçti ve “halk” Ankara’da kendini temsil için bu partilere yöneldi.
Ankara kelimesindeki vurguya dikkatinizi çekerim. Bizi Ankara’da sen temsil et demek, biz PKK anlamında özyönetim istiyoruz demekten o kadar uzak ki, bu ikisini karıştırmak, ancak burada yapmaya çalıştığımızın aksine, gördüğü değil görmek istediği üzerinden analiz yapmaya kalkışmakla mümkün olabilir. Belirttiğimiz üzere, halkta kesin bir kimlik farkındalığı oluşmuştur, Kürtlerin demokrasi talepleri içinde kimlik esaslı bir yere oturmuştur ve bu oluşumda PKK mücadelesinin rolü inkâr edilemez. Ama bu durum verilen oyların mahiyetini değiştirmiyor. HDP Antalya’da Kürt oylarıyla milletvekili çıkardı. Sizce orada oy veren Kürtler demokratik özerklik projesine evet demiş mi oluyorlar? Bence Antalya’daki Kürtler açık bir şekilde, biz Antalya’da Kürt olarak, hukuk garantisinde, kriminalize edilmeden, dışlanmadan yaşamak istiyoruz diyorlar. Demokrasi istiyorlar. Diyarbakır’daki oyların da esas olarak aynı kapsamda değerlendirilmesi gerektiğini düşünüyorum. Başka bir anlatımla, eğer kazanılacak olan kimlik ise, bunu yolu bir ayaklanma ve savaş değil parlamenter siyaset olarak görülüyor.
PKK anlamında özyönetim, Abdullah Öcalan’ın Güney Kürdistan oluşumundan esinlenerek ortaya koyduğu, uluslararası hukuk kapsamında tanınma dışında bir devletin tüm öğelerini içeren, ama “devlet olmayan” bir yapıdır. Güney Kürdistan’daki oluşum ise, bir Diyarbakır deyimiyle “kuşun taşa değmesidir.” Yoksa oradaki partilerin tasarlayıp, amaçlayıp mücadele ile elde ettiği, yani nişan alıp atarak kuşu vurduğu bir yapılanma değildir. Oluşumun hangi şartlarda ortaya çıktığı gayet iyi biliniyor ve bugün dahi, ABD ve Batı’nın açık desteği olmasa yaşaması soru işaretli bir oluşumdur. Rojava denilen güneybatı Kürdistan ise, gene merkezi devlet otoritesinin dağıldığı olağanüstü şartlarda ortaya çıkmış, çökmesi ABD tarafından son anda engellenmiş ve gene ABD desteğiyle yerini şimdilik sağlamlaştırma olanağı bulan, geleceği belirsiz bir başka oluşumdur. Orada da ısrarla kantonların Suriye’nin bir parçası olduğu vurgulanmakta ve hattâ Kamışlı’da bir Suriye garnizonu bulunmaktadır. (Duran Kalkan boşuna operasyona çıkmayan garnizonunda oturan askerlere saldırmayın demiyor; model ile uyumlu!) Kantonlar iç işlerinde, sınır koruması ve ticaretinde serbest olacak; Suriye devleti isterse garnizon bulundurup devletçilik oynayabilecek. Fikir ve model budur.
(*) Harran Üniversitesi İktisat Bölümü öğretim üyesi;
Serbestiyet.com