BBC, nüfusu 120 bin olan Cizre’de, hendek ve barikatların kurulması ve ardından yaşanan çatışmalardan sonra ilçe nüfusunun 20 bine inmiş olduğu haberini veriyor. Tabii halen çatışmalar devam ediyor ve yaklaşık iki aydır ilçenin bazı mahallelerinde sokağa çıkma yasağı var. Şayet sokağa çıkma yasakları, insanların kaçmasına olanak tanıyabilecek “gevşeklikte” olmuş olsaydı, herhalde Cizre’den kaçabilen herkes kaçardı. Diyarbakır’ın Sur ilçesi de Cizre’den farklı değil; çatışmalardan önce yaklaşık 24 bin insanın yaşadığı, gündüzleri şehrin en canlı ve en işlek yeri olan ilçede, şu anda 2-3 bin insanın kaldığı söylenmekte. Buradaki sokağa çıkma yasağı da iki ayı geride bıraktı.
Virane Kürt kentleri
Hendek ve barikatların en yoğun olarak kurulduğu üç yerleşim yerinin Cizre, Silvan ve Diyarbakır’ın Sur ilçesi olduğunu, artık tüm dünya öğrendi. Ama bu ülkede yaşayan çoğu insanın da bilmediği veya farkında olmadığı, çok önemli iki husus var: (1) Eğer bir Kürt medeniyeti olgusundan söz etme imkânı varsa, kuşkusuz ilk akla gelebilecek yerleşim yerleri olarak Cizre, Silvan, Sur (Diyarbakır) ve Çolemêrg’i (Hakkâri) saymamız gerekir. Bugün artık viraneye dönmüş ve bakarken bile insanın gözlerinden yaş akıtan bu yerler, çok yakın zamana kadar Kürtlerin medar-i iftiharı niteliğindeki yerlerdi. Cizre, Mem û Zîndestanının yaşandığı, üzerine binlerce “çîrok” (hikâye) ve “stran”ın (türkü) söylendiği efsanevi bir Kürt şehriydi. Son Kürt beyliği Cizre-Botan’ın merkezi olarak tarihte yerini alan bu şehir, değil Mir Bedîrxan ve Yezdanşêr ayaklanmaları, herhalde Moğol yağmasında bile böyle bir yıkım yaşamadı. Silvan, sadece Mervanî Kürt devletinin başkenti değildi; yine ünlü Kürt destanı Zembilfiroş’ın yaşandığı efsanevi bir kent idi. Herhalde Zembilfiroş Kalesi hiçbir zaman bugün olduğu kadar hüzünlenmemiştir. Küçükken, ilkokul yıllarında etrafından döndüğüm o kaleyi, Silvan surlarını, Minareya Qot’u (Kırık Minare) ve Mala Mir’i (Beyin Evi), bugün görmeye gönlüm elvermez. Tabii, MÖ 7000’den bu yana insanların yaşadığı, yeryüzünün en eski, en asil yerleşim yerlerinden biri olan Diyarbakır’ın Sur ilçesini anlayabilmek için, şair Ahmet Arif’in “Seni anlatabilmek seni” dizlerine başvurmak gerekebilir. Merak ediyorum, şu anda başını kabrinden kaldırıp güzel şehrinin düşmüş olduğu hali görse ne derdi? Acaba yine de “seni Diyar, seni Diyarbekir gibi düşünüyorum” der miydi? Ya da “kalbim dinamit kuyusu” dizeleri yerine “şehrim dinamit kuyusu” mu derdi? Bilemiyorum. Ama ülkemi, büyüdüğüm sokakları bu halde görmek bana inanılmaz bir acı veriyor.
Vilâyet-i Şarkiye’nin “mühim mesele”si
Şimdi ayrı bir paragrafla ikinci maddeye geçiş yapabilirim: (2) Adını saydığımız bu üç şehir veya yerleşim biriminde, sokağın dili Kürtçe idi. Evet, o güzelim Kürtçeyi buralarda işitebilirdiniz. Kemalizmin dil-kırım politikalarına inat, Silvan’da her zaman, her durumda sokağın egemen dili Kürtçe olmuştur. Kürtçe bildiğiniz halde bir esnafla Türkçe alışveriş yapmak istediğinizde, inceden inceye alaya alınır, yadırganırdınız. Ancak bu dili koruma bilinç ve refleksi, hiçbir zaman Türkü ve Türkçeyi hor görme gibi ırkçı bir eğilime dönüşmezdi. Tabii Cizre de (Cizîra Botan) tarih boyunca Kürt dilinin en önemli kalelerinden biriydi. Latin Kürt alfabesinin mimarı Celadet Alî Bedirxan, 1932 yılında yayınladığı Hawar (imdat, çağrı) dergisinde, çağdaş Kürt yazımında Cizre Botan Kürtçesinin esas alınması gerektiğini söylüyordu. Silvan ve Cizre ile birlikte, artık koca bir metropole dönüşmüş olan Diyarbakır’da, sokakta Kürtçe işitebileceğiniz yegâne yer olarak Sur ilçesi kalmıştı.
Peki, Sur, Silvan, Cizre, Nusaybin ve hendek kazılan diğer yerlerden kaçan insanlar nereye göç ediyor? Ankara, İstanbul ve İzmir gibi Batı illerine doğru kaçıyorlar. Daha önce 1990’larda köyleri boşaltılan insanlar da buralara göç etmişti. Ne yoksul Kürt köylerinden kaçanların ve ne de son Kürt şehirlerini terk ederek batıya sığınanların, dillerini koruması mümkün değildir. Öyle veya böyle; bu “Kürtler” müstakbel Türktür. 1930’lara, CHP Genel Sekreterliği tarafından bölgedeki Halk Evlerine gönderilen yazılarda mütemadiyen “Vilâyeti Şarkiye’de en mühim mesele o muhitte Türkçeyi yaymaktır” deniyordu. Kendilerine katılan Suriye Kürtlerini bile “Türkleştiren” Neo-Kemalist zihniyet, Kürtler tespih taneleri gibi Batı illerine dağılırken Kürtçenin de yaşama şansının kalmayacağını pekâlâ bilmektedir.
Meğer Neo-Kemalistlerin “Türkiyelileşme” politikası, Kürdü batıya kaçmak zorunda bırakıp mecburen Türkleştirme politikasıymış. Zaten hiçbir zaman sağlıklı bir dil talebi olmayanlar ve bu anlamda ortaya çıkan fırsatları da çeşitli bahanelerle boşa çıkartanlar, Kürdün yeri ve yurdunda kalmasını bile çok gördüler. Eski Kemalistler, asimilasyonu “Vilâyeti Şarkiye”de gerçekleştirmekle yetinirdi, Neo-Kemalistler Kürtlerin evlerini başlarına yıktırıp, batıda dilenci haline sokup, iyice onurlarıyla oynayarak Türkleşmeye itiyor. Halbuki Kürtler yerlerinde kalarak da Türkleşebilirdi. Öyle aslanın pençesinden alıp ağzına atmaya da gerek yoktu. 1990’larda devlet Kürt dilinin en önemli kaleleri olan köyleri boşaltarak Kürtçenin canına okudu; şimdi de şehirlerin orta yerlerine hendek kazıyıp barikat kuranlar, Kürtçe için son duaları okutuyorlar.
Neo-Kemalist Kürtlerin AK Parti düşmanlığı
Bu savaş, iktidarını kaybetmiş Kemalistlerin, Neo-Kemalist Kürtler vasıtasıyla, AK Parti iktidarını devirme ve yeniden iktidarlarını kurma savaşıdır. Bu, Kürtleri özgürleştirme mücadelesi değil, bir vekâlet savaşıdır. Kürtlerin tüm kazanımlarını heder etmekte; Irak Kürtlerinin devletleşmesinin de önüne tampon koymakta; Sykes-Picot anlaşmasından tam yüz yıl sonra, devletleşme fırsatı elde etmiş Suriye Kürtlerini yeniden Baas yönetimi veya benzeri bir Arap idareye bağlamaya çalışmaktadır. “Ulus-devlet dönemi bitti” deyip, Kürtleri “özyönetim” sloganıyla, Irak ve Suriye’de bile, daha ulus-devlet olamamış çağdışı yönetimlere montajlamaya kalkışanlar, Kürtlere ancak ve ancak acılar yaşatırlar.
Oysa aklı başında hiçbir Kürdün, Kürtçe üzerindeki baskıları kaldırmış, Kürtçenin seçmeli ders olarak bile olsa okullarda okutulmasının önünü açmış, TRT Kurdî gibi 24 saat yayın yapan bir kanalı faaliyete sokmuş, sivil ve demokratik siyasetin önünü açmış AK Parti iktidarını, savaş yoluyla yönetimden düşürme derdi olamaz. Yine aklı başında hiçbir Kürt, özünde sağlam bir kuvvetler ayırımı ilkesine dayanan; bırakın yerel yönetimlerin güçlendirilmesini, otonomi veya federasyon gibi yerinde yönetim uygulamalarına dahi yaşam olanağı tanıyan başkanlık sistemine karşı gelmez. Yine Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın başkan edilmemesi, Kürdün asla derdi olamaz; Kürt her şeyden önce kendi meselesinin çözümünü odak alır. Akıllı bir Kürt, ister başkanlık, ister halifelik, ister sultanlık, ister padişahlık rejimiyle yönetilsin, Kürt meselesini çözmüş bir Türkiye’nin doğası itibarıyla demokratik olacağını bilir. Vicdan sahibi bir Türk de bunu görür. Sahi, İngiltere (Büyük Britanya) anayasal monarşi, yani bir bakıma anayasal padişahlık değil midir? Milli marşında bile “Tanrı Kraliçeyi korusun” denmiyor mu?
Rahmetli Muhsin Yazıcıoğlu, “bizim tarlayı ekmişler” diye serzenişte bulunmuştu. Siz gelin, bir de şu mazlum Kürtlerin tarlasına bir bakın!
Abdullah Kıran - Öğretim Üyesi / Serbestiyet