Bu yönetmenlerin filmlerinin bir de ortak bir özelliği vardır. Görünürde filmin akışı içinde anlatılan hikayenin altında mutlaka zahiren anlatılan başka bir hikaye de vardır ki yönetmenin asıl anlatmaya çalıştığı genelde filmin bu tarafında gizlidir ve bunu da ancak talip olan, bu uğurda gayret sarf eden kişi görebilir ya da gördüğünü sanabilir; çünkü yönetmen açıkça ifade etmedikçe anlatmayı murad ettiği şeyden kimse emin olamaz.
Bu akımın çağımızdaki temsilcilerinden belki de en çılgını Lars Von Trier, çektiği filmlerle adeta bu tarz filmlerin çıtasını daha yükseğe koymakla kalmamış insanın kadim zamanlardan beri süregelen sorunlarını, zaaflarını, hatta çelişkilerini zaman zaman kışkırtıcı bir dille kadrajına yansıtmaktan çekinmemiştir. Takip edenler bilir, Lars'ın sinema külliyatında Hristiyanlık inancı, ilk günah ve hristiyanlıktaki Hz. İsa figürü önemli bir yer tutar, öyle ki filmlerinin çoğunda, ana kadın karakter aslında Hz. İsa'yı temsil eder.
Lars Von Trier'in şaheserlerinden Manderlay'de gerek çekim tarzı gerekse yapısı itibariyle seyirciyi rahatsız eden filmlerdendir. Görünürde klasik bir efendi - köle hikayesi anlatacak gibi başlayan film ilerledikçe görürüz ki yönetmenin kurcaladığı sorunlar çok daha derinde, öyle ki insan doğasının birçok yönünü yakın çağlara kadar süregelen kölelik gibi kadim bir sorun üzerinden anlatmaya çalışır.
İzleyenler hatırlayacaktır, Manderlay aslında yönetmenin bir diğer başyapıtı Dogville'in devamı niteliğinde çekilen bir film. Üç film olarak planlanan, ancak tamamlanamayan Amerika serisinin ikinci filmi. Dogville'in sonunda yola çıkan baba ile kızı yolda ilerlerken Manderlay kasabasının önünde bir mola verirler ve kasaba sakinlerinden birinin yardım istemesi sonucunda da olaylar gelişmeye başlar.
Mola verdikleri çiftlikte, köleliğin kanunlarla yasaklanmasının üzerinden 75 yıl geçmesine rağmen kölelik müessesesinin hala devam etmekte olduğunu görürler. Kahramanımız hemen babasının adamlarının da yardımıyla çiftlikteki köleleri kölelikten kurtarmaya girişir. Çiftliğin sahibinin ölmesini de fırsat bilerek o güne kadar köle olanlar çiftliğin yeni efendileri olurken, eski efendiler ilk hasat alınana kadar kölelik yapacak ve bu durumun devamlılığını da kahramanımızın babasının silahlı adamları sağlayacaktır. Ancak kölelerin kölelikten kurtulup özgürlüğe adım atması hiç de kahramanımızın umduğu gibi olmaz. Doğdukları andan itibaren köle olarak yaşamaya alışmış bu insanlar, özgür birer birey olduktan sonra yeni durumlarına alışmakta zorlanırlar. Bunun ilk işaretini köleler içinde bilge bir konuma sahip Wilhelm'ın şu sözlerinde görürüz;
"Biz köleler Manderlay'de akşam yemeğini saat yedide yeriz. Özgür insanlar akşam yemeklerini saat kaçta yer? Biz köleler bu tür şeyleri bilmeyiz de!"
Köle oldukları dönemde yemek yiyecekleri saate kadar bütün davranış ve sorumlulukları bir kitap içindeki kurallarla belirlenmiş olan köleler, efendi olduktan sonra bu kurallardan azade olmuş ama bu yüzden de bir tür boşluğa düşmüşlerdir. Bu nedenle ne tarla ekmek için gönüllü olurlar ne de yiyecek azalmasına rağmen bir şey yapma gereği duyarlar. Kamçılanmaya alışmış köle zihinleri özgür kalmasına rağmen bunun gereğini yapmaz, adeta efendilerinden gelecek emirleri beklemeye devam eder. Tahmin edebileceğiniz gibi bu durum çiftlikte bir kaosa neden olur ve köleyken olduklarından çok daha mutsuz, ayrışmış ve birbirleriyle kavgalı bir hale gelirler ki, babasının uyarılarına rağmen kendini çiftliğe "demokrasi" getirmeye adayan kahramanımız bile çaresiz kalarak çiftlikten kaçmaya çalışır lakin köleler tarafından esir alınır.
Grace: Ne demek istiyorsun? Beni burada esir olarak mı tutacaksınız yani?
Wilhelm: Ancak bizim anlamamızı istediğin şeyi sende anlayana kadar. Kapı tamir edildi ve artık kapalı. Çitler de gayet iyi durumda ama çok yüksek değiller. Ah tabi, o çitler... Hadi ama! paslı bir tüfek ve oyuncak bir silaha sahip iki adamın bizi engellediğini düşünmedin değil mi? Bizi bu kadar mı ahmak sandın yoksa!!
Köleler tarafından esir alınan kahramanımız Grace ile Wilhelm arasında geçen yukarıdaki konuşma oldukça ilginç; bu konuşmadan da anlıyoruz ki köleler kapıdan çıkıp gidebilecekken kendileri için adeta bir vatana dönüşmüş çiftlikte kalmayı özgür iradeleriyle istemişlerdir, yani bu kendi seçimleridir. Köleleri özgürleştirerek onlara iyilik yapacağını sanan iyi kalpli kahramanımız onlara büyük bir lütufta bulunduğunu sanarken belki de onlara en büyük kötülüğü yapmıştır.
Filmde aynı zamanda Amerika'da köleliğin kaldırılmasından sonra yaşanan süreçle ilgili de bilgiler veriliyor ki üzerinde düşünmeye değer. Kölelik yasal olarak kaldırıldıktan sonra toprak sahipleri bir anda kendilerini zorla karın tokluğuna çalıştırdıkları işçilerden olmuş bir şekilde bulurlar. Yasalara göre artık köleleriyle bir sözleşme yapmak ve onlara emeklerinin karşılığı olan ücreti ödemek durumundadırlar ancak bu iki türlü sorun demektir onlar için; Kölelerin sözleşme yapmama ya da yapsalar bile istedikleri anda çiftliği terketme hakları olacaktır ki bu toprak sahipleri için büyük bir baş ağrısına dönüşür. Çünkü çiftliklerinde çalıştıracak işçi bulamama ihtimalleri ortaya çıkmıştır. Ayrıca kölelerin aldıkları ücreti harcayacak bir yer de olmadığından kölelerin paralarını biriktirmesi ve belli bir birikim elde ettiklerinde de çiftliği terketme tehlikesi ortaya çıkar. Çiftlik sahipleri bu sorunu çiftlik içinde mağazalar açıp köleleri aldıkları parayı harcamaya teşvik ederek aşmaya çalışırlar ama buna rağmen bazı köleler harcama yapmaya yanaşmaz. Bu durum karşısında ise başka bir yola başvurulur; arabalarıyla köy köy, kasaba kasaba gezen hilekar kumarbazlar belli aralıklarla çiftlikleri gezerler. Çiftlik sahipleriyle anlaşan bu kumarbazlar paralarını harcamayan kölelerin elindeki paraları da hileyle alıp kölelerin parasız kalmasını sağlarlar. Yani her ne kadar köleler artık özgür olsalar ve istedikleri zaman çiftliği terkedecek hakka sahip olsalarda sistem onların bunu yapmalarına engel olacak hilelerle ve mekanizmalarla doldurulmuştur. Yani aslında kölelik yasal olarak kaldırılmış olsa da değişen pek birşey olmamıştır. Kölelik ismi kalkmış olmasına rağmen efendiler efendi olmaya, köleler de kölelik yapmaya devam etmişlerdir.
Siz bunları okurken ne düşündünüz bilmem ama bu hikaye bana oldukça tanıdık geldi. İçinde bulunduğumuz kapitalist sistemi düşündüğümüzde, bunun temellerinin ta o dönemlerde atılmış olduğunu görmek zor değil. Günümüzde de çalışanların aldıkları ücretler ellerinden benzer mekanizmalarla o veya bu şekilde alınıyor. Çoğu çalışanın maaşı daha bankaya yatar yatmaz bitiyor. Taksitler, kredi borçları derken para daha elimize bile geçmeden uçup gidiyor. Çoğumuz ihtiyacımızın bile olmadığı şeyleri sebepsizce elimizde avucumuzda ne varsa verip alıyoruz. Bir ömür boyu sürecek mortgage taksitlerinin yükü altına giriyor, bir taksit bitince yerini hemen bir diğeriyle dolduruyoruz. Sonu gelmeyen reklamlarla beslenen tüketim canavarı, kolayca verilen krediler, grup psikolojisinin sebep olduğu harcamalar hepsi aslında tek bir amaca hizmet ediyor; özgürlüklerimizi elimizden alıp bizleri modern kölelere dönüştürmeye. Çalışanların çoğunun emeklilik hayalleri vardır malum, işte bizlerin etrafımıza örülen pek de yüksek olmayan "çitlerden" atlayıp içine doğduğumuz "çiftlikten" yani bu sistemden çıkmaktan alıkoyup hayallerimizi emekliliğe saklammıza sebep olan şey tam olarak bu. Kabul etsek de etmesek de hepimiz modern zamanın köleleriyiz!