Nihat Karademir - Fikir Zemini
Türkiye’den bir model ülke üretme durumu, Cumhuriyet ile birlikte başlamış değildir. Batı’nın bu yöndeki arzu ve planları, hemen hemen on dokuzuncu yüzyılın başlarından itibaren gündeme gelmiştir. Bu dönem, aynı zamanda, tüm gücünü elindekileri muhafaza etmekten başka bir amaç için kullan(a)mayan Osmanlı’nın, dünyanın geri kalanı için alternatif bir model olabilme niteliğini de kaybettiği, hatta kendisi için (genellikle Batı’dan) yeni bir model arayışına girdiği bir dönemdir.
Batı’nın Osmanlı için geliştirdiği standart bir model yoktur. Bu çok garip bir durum değildi. Çünkü bugün olduğu gibi, o günde standart bir Batı yoktu ve Batı değil, Batılar söz konusuydu. Batı içinde, birebirleriyle çatışan farklı ülke veya bloklar ve her ülke veya bloğun Osmanlı için geliştirdiği farklı modeller vardı. Bir ülke veya blok diğerlerinin tavsiye ettiği modellerin uygulanmasını sabote edebiliyordu. Bütün politikasını farklı ülkeleri tatmin etmek üzere kurgulayan dengeci Osmanlı seçkinleri ise artık model üretecek kabiliyetlerini ve daha da kötüsü iradelerini kaybetmişlerdi.
Ancak, Batı tarafından dayatılan bu modellerin her şeye rağmen, bazı ortak noktaları da yok değildi. Hepsi de Osmanlı’nın eski fetihçi geleneğini terk etmesini dayatıyordu. Gayrimüslimlerle artık yeni bir ilişki şekli geliştirilmesini ve bunun standart hukuk normları ile garanti altına almasını şart koşuyorlardı. Fakat en önemli tavsiyeleri, Osmanlı’nın kuracağı modelin cari kapitalizmin ihtiyaçlarıyla uyumlu olmasıydı. Bu koşulu sağladığı ve küresel ekonomik eksenin dışına çıkmayı deneyecek kadar cüretkâr olmadığı müddetçe, kadınların peçesi, şeriat mahkemesi ve saraydaki şatafat ancak oryantalizmin magazinsel ihtiyacını karşılayan otantik ve ilgi çekici ayrıntılar olarak kalıyorlardı.
Bu durum Osmanlı’nın son yüzyılı boyunca devam etti. Osmanlı yönetici eliti, imparatorluğu bu baskıdan kurtararak yeniden düze çıkaracak bazı girişimlerde bulunduysa da her girişim daha fazla toprak ve insan kaybına ve daha çok bağımlılığa sebep oldu. Osmanlıcılık, İslamcılık, Türkçülük ve en son Birinci Dünya Savaşı, bu ağır yükten ve baskıdan kurtulmak için geliştirilen projelerdi. Sonuncusu imparatorluğun tasfiyesiyle sonuçlanacak sıfır-toplamlı oyundu. Nitekim bu savaştan sonra bir perde kapanıp yeni bir perde açılacaktı.
Cumhuriyet, bütün bu mücadelenin hülasası oldu. Cumhuriyet’in kuruluşuna doğrudan müdahale eden Batı, artık bir model kurmanın ötesine geçerek, denenmemişi denedi ve İslam coğrafyasının altı yüz yıllık merkezinde halkı Müslüman olan bir Batı/Avrupa devleti kurmaya çalıştı. İslam dünyasının İslamsızlaştırılarak Batılılaştırılması (veya Batılılaştırılarak İslamsızlaştırılması) süreci Türkiye’den başlatıldı. Öyle ki Cumhuriyet’in ilk çeyrek asrındaki uygulamalar adeta İslam’dan intikam alma operasyonlarıydı. Bu dönem boyunca Batı, Türkiye’nin ne demokrasi karnesine ne insan hakları ihlallerine baktı ne de ekonomik kalkınmışlığı ile ilgilendi. Aynı Batı, İslam’ın hilafet ve alfabe gibi şiarlarının birer birer yok edilmesini ve inkılaplar adına işlenen cinayetleri sadece seyretmekle yetinmedi, teşvik de etti.
Bu durum 1950’li yıllara kadar sürdü. Tek Parti egemenliğinin terki ile birlikte, Türkiye’den İslam dünyasına örnek olacak yeni bir model üretme süreci başladı. Bu yeni modelin görünür hedefi, demokrasi, hür teşebbüs, serbest piyasa, parlamentarizm ve insan hakları gibi Batılı değerler ile İslam’ın değerlerinin bir arada barışık yaşayabileceklerini İslam dünyasına ispatlamaktı. Ancak yaklaşık altmış yıldır uygulanmaya çalışılan asıl proje ise İslam’ı kapitalizm ile barıştırmaktır. Çünkü çok iyi biliyorlardı ki Tarihin Sonu’nun ilan edilmesi sadece İslam dünyasının değil, her zaman potansiyel bir rakip ve bir alternatif olarak kenarda duran İslam dininin de kapitalizme eklemlenmesi ile mümkün olacaktı.
Garip olan ise, Türkiye’nin Cumhuriyet tarihinin her döneminde, ama özellikle de 1950’lerden sonra, hem Batı ile hem de İslam dünyası ile kurduğu ilişkilerde sürekli bu rol-model olma durumu ile ön plana çıkmaya gayret göstermesidir. Batı tarafından model olarak sunulmak, Batı ile ilişkilerde bir çeşit sömürge diplomasisi psikolojisi yaratırken, aynı durum İslam dünyası ile kurulan ilişkilerde bir büyüklenme psikolojisine dönüşmekteydi. Türkiye’nin seçkinleri, bir türlü kemale er(e)meyen Batılılaşma projesinin her an iflas ederek tersi bir süreç yaratma riskini gördükleri zamanlarda bile böyle davranmaya devam ettiler. Hala da devam ediyorlar.
Türkiye’de son on – on beş yılda yaşanan gelişmelere rağmen, Batı, Türkiye’den bir model üretme arzusundan vazgeçmiş değildir. Üstelik iktidarda İslamcı/muhafazakâr bir partinin bulunması, Batı’nın umutlarını azaltacağına, ironik bir şekilde, hırsını ve arzusunu beslemiştir. Çünkü küresel sistemin içinde oyuncu olmaya gönüllü İslamcılar/muhafazakârlar eliyle kapitalizm ile uyumlu bir İslam(cılık) üretmek, geçmişte denenen baskıcı ve laik modellerden daha çekici olacaktır. Türkiye’nin diğer İslam ülkelerine kıyasla daha katılımcı ve çoğulcu bir demokrasiye sahip olması ve göreceli kalkınmışlığı bu modeli İslam dünyasının diğer halkları için de çekici kılacak önemli avantajlardır.
Kuşkusuz Türkiye de İslam dünyasına model olmak konusunda her zamankinden daha heveslidir. Ancak aynı Türkiye, yine iktidardaki İslamcıların tarihi ve ideolojik iddialarından dolayı, İslam dünyasının karşısına tamamen Batı’ya ve küresel sisteme/BM rejimine eklemlenmiş ve Batı’lı karakteri İslami karakterini baskılamış bir model ile çıkmak da istememektedir. Türkiye’nin tasarladığı modelde, şimdi olmasa bile, uzun vadede arkasına İslam dünyasının geri kalanını da alarak Batı’nın üstünlüğüne meydan okumak planı da vardır.
Ancak Türkiye’nin modeli şimdilik halen söylem ve tasarı aşamasındadır. Doğrusunu söylemek gerekirse, Türkiye’nin İslam dünyasına ve genel olarak dünyanın geri kalanına sunabileceği tutarlı, istikrarlı ve net bir modeli yoktur. Dini ve etnik azınlıklara ilişkin sorunların çözümünde başlangıçta çok cesur adımlar atarak büyük bir heyecan yaratan Türkiye, yeni bir Medine Vesikası üretme başarısını gösteremeyerek dünyanın ve İslam dünyasının bu en önemli sorunu için bir model olma şansını şimdilik kaçırmış, en iyi ihtimalle ertelemiştir.
Ekonomik alanda, Türkiye henüz İslam dünyasına kapitalizm dışında da bir alternatif olabileceğinin müjdesini veremediği gibi, ekonomi gündeminin faiz, döviz, bono ve tahvilden ibaret olduğu ülkemizde, böyle bir tartışmanın gerekliliği bile anlaşılamamıştır. İslam dünyası, cehalet bataklığında debelenirken, Müslümanlara bir eğitim modeli sunmak bir yana, Türkiye’nin kendi eğitim modelini bile henüz üretememiş olması model ülke olma iddiamızı boşa düşürmektedir.
Bu önemli alanlarda modeller üretmeden “başka bir dünya mümkün” demenin çok fazla bir anlamı olmayacaktır. Kendi modelini üretemeyen bir toplum ise, kendi başarısını başkalarının ürettiği modelleri ne kadar etkin kullanabildiği kriteri üzerinden değerlendirecek ve kaçınılmaz olarak başkalarının kendisine dayattığı veya tavsiye ettiği modellerin misyonerliğini yapacaktır.