erotik shop
Bugun...


Milliyetçilik: Bir Çözümden de Ötesi
Türkiye, tarihten gelen birikimleri ve serinkanlılıkla bu iki endişe arasındaki boşlukları açıklık ve müzakere içinde doldurarak gerekli adımları atmak gibi tercihle karşı karşıya. Bunun da mekânı ve aracı kapalı kapılar arkasındaki görüşmeler değil, TBMM çatısı altındaki demokratik, meşru ve açık müzakere mekânı ve araçlarıdır.

facebook-paylas
Tarih: 31-01-2025 01:46
Milliyetçilik: Bir Çözümden de Ötesi
+ -

Türkiye çok da uzun olmayan bir süredir, Türkiye’de milliyetçilik ideolojisinin yarı resmî kalesi sayılan bir partinin, MHP liderinin başlattığı bir tartışmanın yörüngesinde yeni bir istikamet belirlemiş gibi görünüyor.

Milliyetçilik, bir modern zaman kavramı olarak Fransız ihtilaliyle ortaya çıkmış bir çözüm biçimi. Kavram, zamanla içine sokulan farklı unsur ve içeriklerle farklı biçim ve anlamlar kazandı ve bazı yerlerde kapsayıcı kurumların çatısı olurken, bazı yerlerde de ayrımcılık ve şiddetin aracı hâline getirildi.

Bu yazıda milliyetçilik tartışmalarının teknik içeriklerine girilmeyeceği için, bu tarz farklı yönelişleri tetikleyen tarihsel, ekonomik, kültürel ve sosyolojik farklılıkları uzun uzun anlatılacak değil. Bunun, bilinen en tipik örneklerinden biri Almanya ve Fransa’dır. Birinde millet denilen şey vatan toprağıyla ilişkilendirilirken (Fransa), diğerinde (Almanya) millet kan ve soyla ilişkilendirilmiştir.

Benzer şeyler Balkan milliyetçilikleri ve Hint Alt Yarım Kıtası’yla Çin ve Tayvan gibi ülkelerde yaşanmaktadır. Sırp, Hırvat ve Boşnakları birbirinden ayıran şey kan ve toprak gibi bağlılıklar yerine dinî mensubiyetlerken; benzer bir süreç bazı farklılıklarla Pakistan, Hindistan ve ilginç biçimde Bangladeş arasında yaşanmaktadır. Pakistan ve Bangladeş başlangıçta sırf dinî saiklerle Hindulardan ayrılırken, daha sonra bu ikisi de bölgesel ve ekonomik gerekçeler yüzünden farklı kimlik bağlamlarıyla kendilerini tanımladılar.

Türk Tarihi

Milliyetçilik tarihte resmî bir ideoloji olarak ilk defa Fransız ihtilaliyle ortaya çıksa da, kavramı farklı içerik ve şekillere sokan asıl saik, yukarıda da bir nebze işaret edildiği üzere her toplumun kendi tarihsel sürecinde girdiği farklıklardır.

Türk toplumu da tarihte ilk defa MÖ 198’le tarihlenen bir dönemde Mançurya’dan kuzey ve batı Moğolistan ve Altay dağlarına, oradan da batıda Tanrı dağları ve güneyde Sarı Irmağa kadar uzanan muazzam genişlikteki bir bölgede zuhur etmiştir. N. Di Cosmo,¹ Tanrıkut Mete tarafından bu yapıyı oluşturmanın makul detaylarını “kendi muhafızlarını oluşturması, kabile aristokrasisine darbe yapması ve politik gücü merkezileştirmesi” olarak tanımlar.

Bu durumun bir benzeri daha sonra Göktürkler ve ilginç biçimde Cengiz Han tarafından uygulanmıştır. Bu modele göre aidiyetler aşiret temelli aidiyetlere göre değil, ondalık sisteme göre oluşan yarı askerî bir idare sisteminin aidiyet kümelerine göre belirlenmiş ve bu model içinde oluşan dağınık gruplar da kendilerini bu siyasal kimliğin üyeleri olarak adlandırmaya başlamışlardır.

Peter Golden,² bu modelde gayri mütecanis kabile birliklerini siyasi bir kaderde birleştiren katalizörün, karizmatik bir kişilik ve onun inşa ettiği siyasi yapı etrafında toplanan güçlü ekonomik ve siyasal bağlar olduğunu; dolayısıyla bu organizasyonun da tıpkı Hunlar ve Göktürk çağındaki örneklerinde görüldüğü gibi bir lingua franca (bu lingua franca Türkçedir) üzerinden kendini tanımladığını ileri sürer. Yuri Bregel gibi uzmanlar benzer bir aidiyet kümesinin Özbek ve Kazak terimleri için geçerli olduğunu söyler.³ P. Golden (2022) kareyi kuvvetlendirmek ister gibi konuya bir de nökerlik kurumunu ilave eder.  

Akrabalık bağları yerine kişisel yetenek ve arkadaşlık bağlarını öne çıkartan bu modele göre, esas olan aşiret bağları değil, siyasal bir yapı etrafında birleşmeyi esas alan siyasal aidiyet ve nökerlik bağlarıdır.⁴ Sahiden de Tonyukuk ve Nizamülmülk’ten Köse Mihal’e kadar bu geleneğin hem Göktürkler ve Selçuklular hem de Osmanoğulları tarafından anlam kayması olmadan kesintisiz biçimde devam ettirilmesi rastlantı değildir. 

Daha da ilginci, İslam Peygamberi’nin de Medine site devletini kurarken benzer bir ilkeyi esas alarak, aşiret bağları yerine iradi bir tercihle siyasal aidiyet ve nökerlik (ashap/sahabe) bağlarını öne çıkartmasıdır.⁵

Birinde töre, yasa ve örf-ü sultanî kavramları bu aidiyetin belli bir kurala göre işletildiğini ifade ederken, İslam’da aynı şey din kavramı üzerinden yürütülmektedir. Zaten din kavramı da o dönemlerde hem ahlak hem de hukuk kavramlarının her ikisini birden içeren kurucu bir kavram olduğu için, esasta kastedilen aynı şeydir. Günümüz diline çevrilirse, bunların tamamı, kökü rızaya dayalı toplumsal mutabakat anlamına gelen anayasal konvansiyonlar olarak özetlenebilir. 

Bu kavramların aynı bağlamda kullanılması bazılarına tuhaf gelse de durum böyledir. Çünkü ahlak ve hukuk kavramlarının ayrı ayrı müstakil bir hüviyet kazanmadığı eski devirlerde din kavramı hem ahlak hem de hukuk kavramlarının her ikisini de içeren bir anlam zenginliğine sahip olduğu gibi, şeriat kavramı da günümüz anlamında işlenmiş (müteşerri) hukuk ve anayasal metinler olarak anlaşılıyordu.

Bu husus çok önemlidir. O kadar ki, Karadeniz’in ötesinde müstakil bir siyasi birlik kuramayan, yani örgütlenmesini Hun, Göktürk, Selçuklu ve Osmanlı gibi siyasi bir yapı, töre/yasa/şeriat/hukuk ve öncü bir katalizör isim ve kimlik etrafında birleştiremeyen Türk topluluklarının (Avarlar, Peçenekler, Uzlar, kısmen Kıpçaklar) enerjileri Doğu Avrupa ve Rus bozkırlarında erirken; İran üzerinden Anadolu’ya giren ve kimliklerini aşiret örgütlenmesi etrafında değil de siyasi örgütlenme içinde bulan boyların enerjisi ise sadece kendilerini değil, hem sürükledikleri hem de içine girdikleri toplulukları ortak bir kimlik etrafında birleştirebilmiştir.

Kamusallık ve Kabilecilik Arasında

İran Yaylası üzerinden Anadolu’ya gelen dağınık Türkmen gruplarının zamanla ortak bir kimlik etrafında birleşmeleri tesadüfi bir sonuç olarak değil, bu enerjiyi yöneten kurucu ataların ortak kimliği çağdaş bir kabilecilik olan belli bir hizip veya klik etrafında değil, siyasi ve kültürel bir ortak payda etrafında birleştirebilme kapasitelerinin doğal bir sonucuydu. 

Bugün, memleketin halası için yegâne yol olarak milliyetçilik ilkesini esas alanların temel sorunu da meseleyi soyut bir ilke üzerinden konuşmak değil, bu ilkenin kurumsal pratiğe nasıl aktarılacağına dair yeterli kurumsal kapasite ve araçlar geliştirebilmelerine bağlıdır. Demek ki mesele soyut laflar etmek değil, somut öneriler getirebilmektir.

Burada da sorun, bu kavramın gayri mütecanis grupları bir araya getirebilecek öncü bir katalizör görevi yapıp yapamayacağı etrafında düğümlenmektedir. Eğer bu yapılabiliyor ve kavram, millet menfaatlerini her şeyin üzerinde tutarak; bunu da kuru kuruya laf ve hamasetle değil, demokratik araçlar ve katılımcı kurumsal müzakere araçlarının geliştirilmesiyle yapabiliyorsa maksat hasıl olmuş, aksi halde maksat hasıl olmamış demektir.

Aslında millet modelini benimseyen kurucu atalar da tarihten gelen alışkanlık ve iradi tercihlerle kurucu bir anayasa hazırlarken benzer hassasiyetleri dikkate almış ve ona göre bir millet sistemi tesis etmişlerdir. Ne var ki daha sonra, bilhassa geleneksel olanın özü ve taşıyıcı unsuru olan dine karşı alınan bazı olumsuz tavırlar bu çizgiyi istenmeyen noktalara çekmiş ve karşı reaksiyonlarla kırılgan fay hatları oluşturmuş ve bundan kaynaklanan sorunlar hâlâ giderilememiştir.

O yüzden bugün, bildik ezberleri tekrarlamak ve gerçeklere gözlerimizi kapatmak yerine her şeyi yeniden düşünmek gibi bir sorumlulukla karşı karşıya bulunuyoruz.

Bu fay hatlarından biri de kendini “Kürt Meselesi” olarak gündeme getiren ve dış politikada Türkiye’nin yumuşak karnı olarak sürekli aleyhimize kullanılan meseledir. Bu meselede kalıcı bir çözüm yeteneği sergilemeyen bir ülkenin aydını kendisini ister milliyetçi isterse başka bir politik duruşla ifade etsin veya etmesin, problem bu haliyle bırakıldıkça içinde bulunduğumuz partici veya hizipçi tavır (bunun adı milliyetçilik de olabilir), hepimizi çağdaş bir kabilecilik histerisinin üyelerinden farklı göstermeyecek.

Pekâlâ, MHP lideri Devlet Bahçeli’nin öncülük ettiği son çıkış ve buna yapılan itirazlar ne anlama geliyor? Daha doğrusu buna yapılan itirazların tamamı tümden haksız ve temelsiz tepkiler olarak değerlendirilebilir mi? 

Buradaki itirazların temel dayanaklardan biri, arkasında 2.500 yıllık bir tarih bulunan ortak kimliğin tartışmaya açılması, ikincisi ise bir hukuk devleti olan Türk devletinin hukukun konusu olan bir meseleyi, idari bir kararla çözmesi gibi anlaşılabilecek bazı belirsizliklerdir. Dahası, bu tarz tartışmaların devletin kurucu iradesi ve egemenlik haklarından feragat anlamına gelebilecek riskler taşıdığı da duyulan endişeler arasındadır.

Bu endişeler devletler hukuku ve uluslararası hukukun da temel meseleleridir ve duygusal tepkiler olarak değerlendirilemez. Burası doğru, doğru ama bu endişeleri yurttaşların belli bir kesimini rahatsız edecek biçimde sosyal ve kültürel şiddetin bir aracı ve gerekçesi haline getirmek de bir o kadar sakıncalı.

Türkiye, tarihten gelen birikimleri ve serinkanlılıkla bu iki endişe arasındaki boşlukları açıklık ve müzakere içinde doldurarak gerekli adımları atmak gibi tercihle karşı karşıya. Bunun da mekânı ve aracı kapalı kapılar arkasındaki görüşmeler değil, TBMM çatısı altındaki demokratik, meşru ve açık müzakere mekânı ve araçlarıdır.

__

¹Di Cosma, N. (Eylül 2022), Antik Çin ve Düşmanları, (çev) Gaye Yavuzcan, Kronik Kitap, İstanbul, s. 229.

²Golden, P. (Mart 2022), “Göçler, Etnogenez”, İç Asya Tarihi: Cengizliler Çağı, (haz) Nicola Di Cosmo-Allen J. Frank-Peter Golden, (çev ed) Altay Tayfun Özcan, ss.191-206, s. 204.

³Bregel, Y. (Mart 2022), “Özbekler, Kazaklar ve Türkmenler”, İç Asya Tarihi: Cengizliler Çağı, (haz) Nicola Di Cosmo-Allen J. Frank-Peter Golden, (çev ed) Altay Tayfun Özcan, ss. 347-366, s. 357.

Dede Korkut’ta da geçen ve “gïyamatuñ bir günü ol gün oldï, Big nökerinden nöker biginden ayrïldï” (Golden, Mart 2022: 204) sözü de nökerliğin Türk toplumu için ne derece önemli olduğunu göstermesi bakımından ayrıca kayda değer.

Bu anayasanın bir ve ikinci maddesi, “İşte bunlar (Kureyşli ve Yesribli Müminler ve Müslümanlar ve bunlara tâbi olanlar), diğer insanlardan ayrı bir ümmet (camia) teşkil ederler”. Altı italik çizimler bana aittir. Burada dikkat çekici olan şey Müslümanlara tâbi olan Yahudilerin de “ümmet” kavramı içinde mütalaa edilmesidir ki bu bildiğimiz siyasal aidiyet temelli yurttaşlığın esas alınmasından başka bir şey değildir. Bkz. Hamidullah, M. (Mart 1984), İslam Hukuku Etüdleri: Makaleler Külliyatı, Bir Yayıncılık, İstanbul, s. 37.

 

https://www.perspektif.online/milliyetcilik-bir-cozumden-de-otesi/

 




Bu haber 242 defa okunmuştur.

İLGİNİZİ ÇEKEBİLECEK DİĞER HABERLER
ÇOK OKUNAN HABERLER
YUKARI