İsrail'in geçen haftadan beri Kudüs'te Müslamanlara yönelik abluka ve baskıları, Ortadoğu'da Filistin ve Mescid-i Aksa meselesini yeniden gündeme taşıdı..
Yeni Şafak'ın Araştırmacı kimliği önplanda olan yazarı Müfid Yüksel'in ''Kudüs, Mescid-i Aksa ve Ortadoğu'' başlıklı önemli yazısını yayınlıyoruz.
*** Kudüs, Mescid-i Aksa ve Orta Doğu-1
Son günlerde, şahin/sertlik yanlısı kanadı temsil eden Likud idaresindeki İsrail yönetimi Mescid-i Aksa’da Cum’a namazından başlayarak ibadet yasağı getirerek yeni bir hamle içerisine girdi. Yasak olmasına rağmen İsrail askerleri Harem-i Şerifin içine girdi. Harem-i Şerif’in ismetini, daha öncelerde olduğu gibi tekrar ihlâl etti.
Bu son hadiseleri, 1897’de Theodore Herzl’in öncülüğünde İsviçre’nin Basel kentinde toplanan Birinci Siyonist Kongre’den beri 120 yıldır atılan uzun vâdeli adımların bir sonucu olarak değerlendirebiliriz. Daha o dönemde, Osmanlı Arşiv kaynakları Basel, Filibe gibi merkezlerde toplanan Siyonist kongrelerin ana amacının “Arz-ı Filistin’de bir Yahudi hükümeti teşkili/tesisi” (BOA, Y.A.HUS, 376/151) olduğunu açıkça ifade etmekteydi.
Birinci Dünya savaşında Osmanlı’nın mağlubiyeti ve Mondros mütarekesi akabinde bölgeden tümüyle çekilmesi, Fransız, İngiliz işgal ve manda yönetimlerinin teşkili ile, bu süreç daha rahat bir şekilde işlemiştir. 1916’daki Sykes-Picot Mutabakatının (İngiliz diplomat Mark Sykes ve Fransız dışişleri bakanı/hariciye vekili François Georges Picot’un 8 Mayıs 1916’da Osmanlı-Ortadoğu coğrafyasının paylaşımına ilişkin mutabakatı ve bu yönde çizilen harita) bölgede savaşın ardından oluşturduğu yeni haritalar, manda yönetimleri ve nihayetinde ulus-devletler ile gelişen sürecin bir meyvesi olarak, 1917’den beri İngiliz mandası altında bulunan Filistin’de, İsrail devletinin 1948’de Ben Gurion ve arkadaşlarınca ilanı gerçekleşti. Zaten Filistin’e ilişkin 1947’de Birleşmiş Milletlerin Arap ve Yahudi devletleri olmak üzere planladığı “Partitition Plan/Taksim Planı” bunun meşruiyet zeminini oluşturmuştu. Aynı dönemler, süregelen “Filistinli Mülteciler” sorununun da başlangıcını teşkil etti. (Bkz. Zeine N. Zeine, The Struggle For Arab Independence, Beirut, 1960; Pierre Rondot, The Changing Patterns Of The Middle East, New York, 1961)
1948’de İsrail devleti Ben Gurion öncülüğünde kurulduğunda Taksim Planında öngörülen alandan çok daha geniş bir alan üzerinde kurulmuş oldu. Başta Celile, Hayfa, Akka, Askalan/Aşkelon ve Nâsıra, Saffurya başta olmak üzere çeşitli bölgelerden, yerlerinden yurtlarından sürülen birçok Filistinli mülteci konumuna düştü. Lübnan, Güney Suriye ve Ürdün’de bir çok mülteci kampı oluştu. 1948’deki İsrail’in kurulmasının ardından patlak veren Arap-İsrail savaşı neticesinde, Kudüs ikiye bölündü Kudüs’ün Eski Kudüs’ü ve Harem-i Şerif’i/Mescid-i Aksa’yı kapsayan kısmı Ürdün Haşimî krallığının elinde kalırken, Batı kısmı yeni kurulan İsrail devletinin elinde kalır. Batı Şeria/Yakası, Taksim Planındakine nazaran çok daha küçülerek Ürdün’ün elinde kalır. Gazze şeridi/bölgesi de aynı şekilde, yine Taksim Planı’ndakine nazaran bir hayli daha daralarak Mısır’ın kontrolüne geçer. Zira, 1947 BM Taksim Planında Batı Şeria/Yakası, şimdiki Batı Şeria’dan çok daha geniş bir alanı kapsamaktaydı. Taksim Planı Filistin’i Arap ve Yahudi devleti diye iki bölgeye ayırıyordu. Planda, Arap Devletinin Batı Şeria’daki ve Gazze’deki bölümü bugünkünden daha geniş bir alanı içermekteydi.
1967’deki Altı Gün Savaşı/Six Days War, Arap âlemi ve Filistinliler için, Kudüs ve Mescid-i Aksa için tam bir felaket ve yıkım olur. İsrail Doğu Kudüs/Mescid-i Aksa dahil Ürdün Nehri’ne kadar tüm Batı Şeria’yı ele geçirip işgal eder. Diğer taraftan tüm Gazze Şeridi ve Süveyş Kanalının Batı yakası dahil Sina yarımadası da İsrail’in işgaline uğrar. Suriye’den de Golan Tepeleri alınır. 67 Savaşı çok daha büyük trajedilerin oluşmasına yol açar. 1969’da Mescid-i Aksa, Museviler tarafından ateşe verilerek yakılır. Bu bölgelerde yaşayan Müslüman halk için daha da çileli bir yaşam baş gösterir. Ürdün ve Lübnan’a geçmiş olan Filistinliler kamplarda zorlu koşullarda yaşarken, 1970 Eylülünde Ürdün’de Kara Eylül trajedisi ile yüz yüze kalıp, Lübnan’da da 1975’te başlayan iç savaşın sıkıntılarına da göğüs gererler.
1948’de Filistin toprakları üzerinde kurulan İsrail devleti, Atlantik’in iki yakasının Orta Doğu için öngördüğü politikanın merkezinde yer aldı. Soğuk Savaş dönemine tekabül eden bu döneme Batılıların İsrail/İsrail’in güvenliği merkezli bir Orta Doğu politikası damgasını vurdu. Dünyanın birçok yerine dağılmış Yahudi toplulukları için yurt olarak teşkil/tesis edilen İsrail devletinin güvenliği esas alındığından, İsrail, askeri ve ekonomik olarak olabildiğince güçlendirilerek, Arap âlemi, denizi içinde yenilmez hale getirildi. Bu yüzden 1948’den itibaren 1973’e kadar hemen hemen tüm Arap-İsrail savaşlarından galip çıktı. Osmanlı devletinin inkıraz bulmasının akabinde, zaten batılı/gâlip devletlerce kurdurulan Arap ülkeleri vesayet altında olarak İsrail karşısında bir hayli zayıf/güçsüz bırakıldı. İsrail ise son model askeri teknik donanıma sahip bir ordu kurduğu gibi, nükleer silahlar da üretecek duruma getirildi.
Kısa zamanda, Hazan’a dönüşen “Arap Baharı (!)” ile birlikte son 6 yıldır süregelen olaylar ve iç savaşlar, Yemen’den, Suriye’ye, Libya’ya Orta Doğu’yu tam bir kaos/kargaşa sarmalı içine sokarak, İsrail’in zaten sürekli olarak güçlendirilmiş olan elini çok daha güçlendirmiş, İsrail’e yönelik bölgesel tehditleri nerdeyse tümüyle ortadan kaldırmış, Türkiye’nin de bölgedeki hareket/manevra kabiliyetine büyük darbe vurmuştur.