erotik shop
Bugun...


Kaybedilen Bir Yüzyılın Hesabını Kim Ödeyecek!
Öcalan kamuoyuna açıklanan mektubunda örgütün kendini feshetmesi çağrısıyla yetinmemiş aynı zamanda, “aşırı milliyetçi savruluşun zorunlu sonucu olan; ayrı ulus-devlet, federasyon, idari özerklik ve kültüralist çözümlerin tarihsel toplum sosyolojisine cevap olmadığını” beyan etmiş ve bugüne kadar seslendirdiği çözüm taleplerinin hepsini askıya alarak “demokratik devlet” çatısı altında bin yıllık beraberliği devam ettirme iradesinde olduğunu ifade etmiştir. Bu çağrı örgüt tarafından karşılık bulur mu?

facebook-paylas
Tarih: 01-03-2025 17:41
Kaybedilen Bir Yüzyılın Hesabını Kim Ödeyecek!
+ -
Dün itibariyle PKK lideri Abdullah Öcalan, liderliğine bağlı başta PKK olmak üzere tüm örgütsel unsurların silahlarını bırakıp kendilerini feshetmeleri çağrısında bulundu. Çağrı diye adlandırıyoruz ama bu tür kült örgütlerin liderlerinin ağzından çıkan her söz emir telakki edilir.
 
Öcalan kamuoyuna açıklanan mektubunda örgütün kendini feshetmesi çağrısıyla yetinmemiş aynı zamanda, “aşırı milliyetçi savruluşun zorunlu sonucu olan; ayrı ulus-devlet, federasyon, idari özerklik ve kültüralist çözümlerin tarihsel toplum sosyolojisine cevap olmadığını” beyan etmiş ve bugüne kadar seslendirdiği çözüm taleplerinin hepsini askıya alarak “demokratik devlet” çatısı altında bin yıllık beraberliği devam ettirme iradesinde olduğunu ifade etmiştir.
 
Bu çağrı örgüt tarafından karşılık bulur mu?
Örgütün 60 yıl önceki beyin takımı şu an seksenli yaşlarına dayanmış durumda ve bu kör savaşın daha fazla sürdürülemeyeceği kanaatindedirler. Üstelik mevcut konjonktürde Öcalan’ın çağrısını geri çevirecek daha güçlü bir irade de bulunmuyor. Bugün itibariyle altmış yaşındaki örgütün kendini feshetmiş olduğu aşikardır.
 
Ben de her vatandaş gibi haklı, haksız hesabı yapmadan kan ve ateş üzerine bina edilen ve binlerce insanın ölümü, binlercesinin kaybolması, faili meçhule kurban gitmesi ve yüz binlercesinin yerlerinden, yurtlarından edinmiş olmasıyla sonuçlanan bir dönemin kapanmış olduğuna sevindim, mutlu oldum.
Ancak sürecin netice vereceğinden çok emin değilim. Yine de hayır söyleyeyim ki, neticesi hayır olsun. İnşallah Türklerle Kürtlerin bin yıllık kader birliktelikleri hak ve adalet üzere kıyamete kadar sürsün.
Şimdi başlıktaki soruma geliyorum: Kaybettirilen bir yüzyılın hesabını kim ödeyecek?
Barışı sağladık, muhasebeye gerek yok diyemeyiz. Bir daha aynı yanlışa düşmemek için sağlam bir muhasebe ve murakabeye ihtiyaç var.
Öcalan daha önceki İmralı savunmalarında ikrar ettiği bir hususa dün yine atıfta bulundu: “Kürt realitesinin inkarı, başta ifade özgürlüğü olmak üzere tüm özgürlükler konusunda yasaklardan kaynaklı oluşan zeminde doğmuştur.”
İmralı duruşmalarında da şu anlamdaki bir beyanda bulunmuştu: “PKK olarak güçlenmemizdeki en müessir unsur, devletin akıldan hikmetten yoksun yanlış politikaları, Kürtlere yönelik haksız, hukuksuz uygulamalarıydı.”
Şimdi gelin çoğumuzun malumu olan tarihi bir perspektife ışık tutalım. Biliyorum, bu hakikati ifade etmemden rahatsız olacak ve tepki gösterecek olanlar çıkacaktır. Olsun, hakikati inkar veya gizlemek küfürdür. “Hakkın hatırı âlidir, hiçbir hatıra değiştirilemez.”
Bu meselede tarihi AKP iktidarıyla başlatacak değiliz. Belki bu mevzuda bundan önceki siyasal iktidarlara kıyasla günahı, vebali en az olan AKP iktidarlarıdır. Bu hakkı da teslim etmiş olalım.
 
Şimdi tarihi geriye sardıralım, cumhuriyetin ilk yıllarına gidelim.
Lozan görüşmelerinde karşı tarafın Kürtleri azınlık statüsünde sayma iradesine karşı Türk heyeti buna tepki göstermiş, Kürtlerin de Türkler gibi müslüman bir unsur olduğunu ve dolayısıyla azınlık sayılmayacaklarını dile getirmiş ve Kürt temsilciler de aynı kanaate iştirak etmişlerdir. Böylece Türkiye Cumhuriyeti devletini, Türklerle Kürtlerin asli kurucu unsur olarak bina ettikleri gerçeği kabul edilmelidir.
1921 Anayasası ve kurucu meclis de (1.Meclis) bu iradenin bir tecellisi olarak toplumsal kesimlerin temsili açısından belki de Cumhuriyet tarihinin en demokratik, temsil gücü en yüksek olan bir meclisti. Birinci mecliste kararlar tek adam iradesiyle değil, çok ciddi müzakereler sonucunda çoğunluğun iradesiyle alınıyordu. Bu anlamda millet iradesi daha güçlü bir şekilde tecelli ediyordu.
Ne yazık ki, bu yapı uzun sürmedi, birinci meclisin feshedilmesiyle birlikte 1924 Anayasası 20 Nisan 1924’de kabul edilince 18 Ekim 1924 de meclis de yenilendi ve ikinci TBMM teşkil edilmiş oldu. Bu meclis, tek adam iradesinin baskın olduğu bir seçimle oluşmuştu ve bu anlamda dikensiz bir gül bahçesiydi.
İşte kurucu felsefeden kopuş bu meclisle birlikte başlamıştır. Yeni TBMM sadece yeni bir meclis değil, devleti dönüştüren hakim iradenin / ideolojinin ipleri eline aldığı bir icra organıydı. Bu dönem TBMM’nin yasama işlevini ifa etmesi yerine tek kişinin iradesinin baskın olduğu bir dönemin kapısını araladı. Zaman içinde legal veya illegal yöntemlerle muhalifler tek tek elenerek dikensiz gül bahçesi oluşturuldu. Hem Mehmet Akif gibi dindarlar ve hem de ulus devlet anlayışına karşı duranlar tasfiye edilerek ideolojik yeni bir devlet anlayışı adım adım inşa edildi.
Bu yeni siyaset anlayışı, geçmişin bakiyesine tamamen sırt dönerek, vakıayı inkar ederek inşa edilen yeni bir ideolojinin temsiline yol açtı. Bu ideolojinin ana hedefi ise yeni bir nesil ve yeni bir ulus inşa etmekti. Gayet ideolojik bir karaktere sahip bu rejim, hakikate muhalefet ederek suyun akışını tersine döndürmeye kalkışmıştı.
Bir toplumun dinini, etnik aidiyetini değişime tabi tutma ameliyesini evrensel insani değerlerle izah edebilmek mümkün değildir. Ancak Türkiye’de bu hedefe ulaşmak için adeta geçmişle gelecek arasındaki köprü imha edildi, bütün bağlar çözüldü. Toplumun yeniden ayağa kalkmasına, derlenip toparlanmasına fırsat verilmedi. Hakka, adalete ve özgürlüklere muhalif olan yeni rejim, öncelikle milli mücadelenin felsefesine ve taahhütlerine muhalefet etti. Onun için de bir türlü toplumdan olumlu bir karşılık bulamadı. Üzerine zorla giydirilen deli gömleği bir türlü dikiş tutmadı. Veya ilk düğme yanlış iliklendiğinden giyilen gömlek bir türlü üzerine oturmadı.
Adına “Kürt Meselesi” denilen mesele bu siyasi iklimin bir ürünü olarak doğmuştur. Ulus devlet ideolojisinin kendisini tahkim etmesinin önünde iki temel bariyer vardı. Bunun biri Kürtler, diğeri de Kürtlerin de ağırlıklı olarak içinde bulunduğu İslami oluşumlardı. İkisine yönelik olarak da çok büyük insan hakkı ihlalleri yaşandı.
Ayırımcı ve inkârcı politikaların bir sonucu olarak Kürt kimliği yok sayıldı ve dolayısıyla en tabii haklarından mahrum bırakıldılar. Bir Kürdün makbul sayılması ancak rejim ideolojisine sadakatiyle mümkün hale geldi. Aynı şekilde laisist ve neo-seküler anlayışla adeta dine ve dindara da savaş açıldı. Birinciler dağlara, ikinciler ise yerlerin altlarındaki labirentlere sığındılar.
Bu sorun, kanla bastırılan isyanlar ve sonrasında bir türlü sönmeyen, için için yanmakta olan bir korun alev alması gibi 1980’li yıllarda yeniden büyük bir yangına dönüşmüş, ocakları alevler sarmış, binlerce insanın bir kör ideoloji uğruna feda edilmesi, yerlerinden, yurtlarından edilmesiyle bugünümüze kadar sürmüştür. Aslında bugün yaşadıklarımız dünden farkı değil. O gün onlar, bugün de bunlar kendi ideolojileri ve iktidarlarını sürdürmek adına milyonlarca insanın hakkını, hukukunu, hürriyetlerini gasp ettiler. Elbette bu gayri insani rejimin aktörlerinden bir kurtuluş reçetesi beklenemez.
Yeni devletin ideolojisini inşa edenlerin elinde eğri, yamuk bir cetvel vardı. Elbette bu eğri cetvel kullanılarak ölçülü, nizamlı bir yapı oluşturulamazdı. Aksi eşyanın tabiatına aykırıdır. Bu cetveli kimin eline verirseniz verin, bundan düzgün çizilmiş bir plan çıkmayacaktır.
Hakka ve adalete istinat etmeyen anlayıştan neşet eden bir siyaset yüceltilemez ve dertlerimize de çare üretemez, üretemedi de.
Öcalan’ın itirafıyla da bir daha tescil edilmiştir ki, PKK ve diğer unsurların neşvünema bulması tamamen ulus devlet ideolojisinin bir neticesidir. Devletin derin güçlerinin bölge halkı üzerindeki hakka ve adalete uymayan tutum ve davranışlarıdır. Yarın tarihin karanlık dehlizlerinde saklanan belgeler açığa çıktığında sözkonusu derin güçlerin PKK ve Hizbullah’la nasıl iş tuttukları, ilişki içerisine girdikleri de açığa çıkacaktır.
Bizim muhafazakar camia bu meseleyi hep “dış güçlerin” tahrik ve teşviklerine bağladı. Bir an için bunu doğru sayalım, o zaman “sizin nasıl bir toplumsal bünyeniz var ki, bu gizemli diş güçler istedikleri gibi toplumunuzun dinamikleri üzerinde oynuyorlar?” diye sormamız gerekir. Böyle bir soruya cevabınız ne olabilir? Yönetiminizin altında bulunan unsurlara adil davranmazsanız, ikinci sınıf vatandaş muamelesi yaparsanız elbette dış güçler diye kavramsallaştırdığınız muarızlarınıza, içişlerinizi karıştırmak anlamında imkan vermiş olursunuz. Bu durumda dış güçlere mi, yoksa emaneti hakka ve adalete uygun kullanmayan iktidar sahiplerine mi hesap sorarsınız? Deveyi sağlam ipe bağlamazsanız kaybolduğunda hırsızdan önce kendinizi sığaya çekmek zorundasınız.
Peki, niye bu meselenin çözüme kavuşması altmış yıl sürdü? Bunu akılla mantıkla izahı ne olabilir? Çözüm çok mu zordu? Elbette hayır. Öncelikle sorunun tabiatını anlamak, inkar değil, kabul etmek, ondan sonra da hak, hukuk neyi gerektiriyorsa onu pazarlıksız tanımak ve hak sahiplerine vermek gerekir.
Bu anlamda AKP iktidarlarının eline çözüm konusunda çok büyük imkanlar geçti. Cumhuriyet tarihinin en büyük toplumsal desteğine sahip olan bir iktidar bu meseleleri pazarlıksız olarak çok kolay halledebilirdi. Örgüt ve liderini muhatap almadan, onlarla müzakereye oturmadan halkının en temel haklarını tanıyarak, vererek, helalleşerek çözülebilecek bir problemi siyasal akıldan, hikmetten ve ferasetten yoksun oldukları için çözemediler. İktidarlarını hakkın ve hukukun emrine vermek yerine hakkı ve hukuku iktidarlarının emrine verdiler ve meseleyi buraya vardırdılar.
Bu hesabın iki temel borçlusu vardır. Birincisi yukarıda izah ettiğimiz üzere ulus devlet ideolojisidir, ikincisi ise bu zeminden neşvünema bulan ve beslenen bir ideolojinin ürünü olan PKK’dır. Bugün Öcalan da bunu itiraf etmekte, 1980’lerin dünya siyasetinin, düzenin şekillendirdiği bir ideolojik yapının iflası olduğunu ikrar etmektedir.
Dolayısıyla bölgede Türk-Kürt ittifakını gerçekleştirme iradesine sahip olanların Ortadoğu’yu bir barış havzası yapma imkanı varken bunu tersine çevirenler, geciktirenler bu dönemin borçlularıdır, sorumlularıdır. Tarih bu gerçeği böyle kaydedecektir.
 
Yazan: Fahreddin Dağlı 
 
NOT: Bu yazıda yer alan fikirler yazara aittir. Fikir Zemini'nin bakış açısını yansıtmayabilir.



Bu haber 185 defa okunmuştur.

YORUMLAR

Henüz Yorum Eklenmemiştir.Bu Haber'e ilk yorum yapan siz olun.

YORUM YAZ



İLGİNİZİ ÇEKEBİLECEK DİĞER HABERLER
ÇOK OKUNAN HABERLER
YUKARI