“Dünyadaki hiçbir donanma, Ermenileri kurtarmak için Toros dağlarını aşamaz.”(*)
Osmanlı Devleti’nin henüz Balkan kökenli ayrılıkçı hareketlere karşı vermekte olduğu mücadele devam ettiği dönemde, onu, belki de Balkanlardaki ayrılıkçı hareketlerden ziyadesiyle yoracak olan farklı bir direniş ve artılıkçı bağımsızız bir hareketin oluşturduğu bir sonunla bütünüyle karşılaşacaktı. Bu sorun, Osmanlı tabiiyetinde uzun asırlarca “Millet-i Sadıka” olarak yaşamış olan Ermeniler arasında yükselmeye başlayan ulusçu ve ayrılıkçı taleplerden kaynaklanmaktaydı.
Klasik dönemlerde kendine has ‘dini’ argüman, yol ve yöntemle süren bir Hıristiyanlık propagandasının yerini, ilk kez Batı’da karşılık bulan modern devletin koca dünyayı kendi sömürgesi yapma ve güdümüne alma düşüncesine koşutluk içerisinde din adamlarından talep edilen desteğin karşımıza bu kez misyonerlik olarak çıkması hadisesini, yukarıda da belirttiğimiz üzere, uzun asırlar “Millet-i Sadka” olarak yüzü Osmanlıya dönük bulunan Ermeniler’in ayartılması ve batıdan mülhem bir ulusçuluk olgusu üzerinden Osmanlıya, Müslüman topluma ve hasetsen de bölgede yaşayan Kürtlere karşı kışkırtılıp, onlar üzerinden bir savaşa tutuşmasının sonucu olarak bugün Ermeni Sorunu olarak karşımızda duran vakıa ile ilgili olarak, birçok eser –kitap-makale- kaleme alınmış ve görüş belirtilmiştir.
Hakşinas olma açısından ve olan biteni objektif bir biçimde anlama gayesi güden çalışmalar az da olsa yine bu literatür içerisinde yerini almaktaydı. Birde, olayın bütünlüğünü, tüm taraflarını es geçmeden ve yine, ela aldığı madde itibarıyla olayı tüm çıplaklığıyla gözler önüne sermeye çalışan çalışmalarda yok değildi. Bunlardan birisi, Çıra Yayınları arasından Nihat Kardemir imzası ile yayımlanan “Korku ve Umut” üst başlığı taşıyan ‘II. Abdülhamid Dönemi Kürt – Ermeni İlişkileri’ adlı çalışmadır.
Uzun bir dönem Osmanlı Devleti’ni ve onun Müslüman tebeası ile birlikte, olumsuz safta yer almak istemeyen diğer dinî unsurları da uğraştıran Ermeni meselesi, esasında, tarihi çok öncelere dayanan bir mantalite içerisinde oluşmuş bulunan ve Batı’nı ötekisi hükmünde bulunan doğu toplumları ve doğuda konuşlu medeniyetler ile birlikte ülkeleri belirli bir baskı altına almaya çalışan ve genel anlamda isminin başında ‘doğu’ ibaresi bulunan bir sorunlar yumağı olarak duruyordu. Yazarda bu konuda şunları söylemektedir; “Doğu sorunu”, “Uzak Doğu Sorunu”, “Yahudi Sorunu” ve “Çingene Sorunu” gibi tanımlamalar her ne kadar kökenleri daha eski dönemlere dayansa da, modern Batı’nın icatlarıdır.” (önsöz s. 9) Bugün nasıl, gerek Kürt sorunun çözümüne yönelik argümanlar içerisinde dile getirilen bir üçüncü göz söylemi ve gerekse de parlamenter sistem içerisinde ‘siyaset yapan zevatın’ işi uluslar arası boyuta taşıyabileceğini garanti edebilirlik oranında, Kürt sorununu artık ülke içi değil, uluslar arası bir sorun haline getirilme düşüncesinin izdüşümü açısından söylersek prototipi hükmünde bulunan Ermeni sorununun kendi döneminde birtakım çabalar sonucunda uluslararasında Osmanlı’nın aleyhinde karar kılınacak bir vasatta ele alınmıştı. “Ermeni Meselesi, kendi içinde yaşamakta olduğu iç gerginlikler ve sınırları içindeki Ermeniler’in de benzer politik taleplerde bulunabileceği riskinden dolayı Rusya’nın çekilmesinden sonra Batı’nın devreye girmesiyle her boyutuyla uluslararası bir sorun olarak gelişmeye başlamıştır.”(önsöz s. 11)
Eserin bütünlüğünde de görüleceği üzere, Ermeni halkın bir bölümüne tekabül eden yoksul olarak Doğu Anadolu’da yaşayanların birçok insanın arzulamadı oranda Ermeni komitacılarının bu işin kendi açılarından halledilmesisin temin için örgütsel merkezlerini Londra’ya taşımaları ve oradan da hem İngiliz ve hem de genel Batı kamuoyunun desteğini alma ve bu sayede birçok şeyi manipüle etmeleri dikkate şayandır.
Kendi doğu politikasını ve sıcak denizlere inme çabalarını içeren stratejilerini Ermeni vakıası üzerinden Osmanlıyı zaafa uğratma adına gündemleştirdiği bilinen Rusya’nın, bir müddet sonra, Osmanlının şahsında hak talebinde bulunan Ermeni nüfusun önemli bir kısmını bünyesinde barındırmamsı ve kendi vatandaşları olan Ermenilerin kendisinden hak talep etmesinin bir açıdan önünü kesmek için bölgeden çekildiğini görmekteydik. Doğu Anadolu’da Ruslardan boşalan yerin bu kez İngilizler tarafından doldurulduğunu görmekteydik. Bununla birlikte, yazımızın en başına alıntıladığımız ve dönemin İngiltere Başbakanı’nın hem bir politik görüş, hem gerçekleşmesi pek mümkün görünmeyen bir strateji muvazenesinin dışavurumuna uygun bir içeriğe sahip olması doğu sorununu kendi amaçları uğruna oluşturan Batı’nın bu konuda pek bir şey yapmayacağının da işareti olmuştu. Buna bağlı olarak, “İngilizlerin (ve genel olarak Batı’nın) Ermeni politikasında stratejik ve siyasi çıkarların dini ve insani hassasiyetlere olan baskınlığı o dönemin yazınında Ermeniler’le ilgili olarak kullanılan dilde de kendini ele vermektedir; Bunlardan çarpıcı olan bir ifade aynen şöyledir; “Bulundukları yerlerde –Ermeniler kastediliyor- en adi insan sıfatı almış” “görgüsüz” ve “beceriksiz” ( s. 125)
Bölgenin “coğrafi adı Kürdistan mı, Ermenistan mı tartışması…
Birçok kaynakta Kürdistan olarak tanımlanan bölgenin, eskiye gitmeden söylersek eğer, İslâm fethinden sonraki süreçte, başta Müslüman halklar olmak üzere, birçok halk tarafından sahiplenmek istendiği ve kendi ikametlerine tahsis edilmesi uğruna çabalar sarfettiği işin ilgilisi tarafından bilinmektedir. Bu durum belki de bu bölgenin dünyanın en stratejik bir noktasında konuşlanmış olmasından ötürü olabilir. Bu sahiplenme duygusunun maddi temellere kavuşturulması mes’elesinde Ermenileri de görmekteyiz. Bununla birlikte İslâm fethi ile başta Müslümanlaşması ve esas ikamet edenlerinden birisi olması hasebiyle de Kürtlerle anılması Ermenileri öteden beri rahatsız etmekteydi. Hatta Osmanlılarla birlikte birçok batılı devletin bu toprakları Kürdistan olarak tanımlamaları ve 19. yüzyılda burada açılan kendi diplomatik birimlerini ‘Kürdistan’ ibaresini kullanarak faaliyete sokmaları işin çehresini değiştirmekleydi;“Kürdistan Başkonsolusluğu’nun ismi değişmediği gibi İngilizler kendi kaynaklarının nüfus verilerine dayanmaya devam ettiler.” ” ( s. 205)
Batı’nın yıkım adına Ermeniler tarafından bölgeye celbinin bir gerekçesi; Kürt Musa Bey olayı ve Kürt-Ermeni ilişkilerinde oluşan dengesizlik…
Hemen her halkın içerisinde birtakım yetki ile donanmış ve bu yetkisini yanlış adına kullanan birçok insan olmuştur. Bu her toplumda ve hemen her devletin bünyesinde varolabileceği gözden ırak tutulmamalıdır. Kaldı ki Osmanlı hâkimiyeti altında, kendi görev ve yetkisini kötüye kullanan bir çıktı o şahıs üzerinden ve sözde ‘yanlışa uğrayan Ermeniler oldu diye emperyalist Batı’yı bir müdahaleye çağırmak, dönemi açısından yerleşik bir toplum olan Ermeniler için ne anlam ifade ederdi? Kaldı ki, Ermenilerin dört bir koldan sıkıştırıp saray nezdinde gözden düşürmek istediği, bunun içinde Batı başkentlerinde orantısız bir propagandaya girişilmesinin bir neticesi olarak, bölgede diğer özne olan Kürtlerin, olan biten karşısında ‘dini ve milli’ reflekslerle hem kendi aralarında birlik olmaları ve hem de o güne dek olmadığı oranda sarayla sağlam ve sağlıklı bir ilişki kurmalarını doğurmuştur.
Bu aynı zamanda, her ikisi, de ‘sivil’ ve aynı coğrafyayı paylaşan iki halkın arasında vücut bulması gereken ve sağlamlığı elzem olan karşılıklı bir birlikteliği kesintiye uğratmış ve sonu gelmez bir düşmanlığın oluşmasına da çanak tutmuştu. Gerçi her şey karşılıklı idi, ama dönemin elde bulunan kayıtları, ibrenin büyük oranda Ermeniler tarafından yalama kılındığına işaret etmektedir.
Kürt Musa Bey’in şahsında bölgeyi ‘kendi adlarına ve isteklerine binaen istikrarsızlaştırmak’la birlikte Osmanlı yönetimini de Batı nezdinde zor duruma sokma düşüncesi, Bedirhan Bey’in bölgesel yönetimi zamanında uygulanmak istenen stratejiye benzemekteydi. Tamam, Nesturi toplumuna karşı yapılanlarla, Kürt Musa Bey’in yaptığı iddia edilen şeyler birbirinin aynımıydı? Kaldı ki dönemin yöneticilerinden olan Ahmet Cevdet Paşanın Kürt Musa Bey’le ilgili şu ifadeleri, Ermenileri yalanlamaktaydı; “Kürt ümerasından Muşlu Musa Bey aleyhine Ermeni Patrikhanesinin şikâyeti üzerine İngiliz sefareti kendisinin cezalandırılmasını istemişti. Musa Bey’in bir suçu sabit olmadığı halde patrikhane ve sefaret her nasıl olursa olsun Musa Bey mahkûm edilsin, diyerek türlü entrikalara teşebbüs ettiler.” (s. 227) (**)
Böylesi bir hareket halinde olmak ister istemez, Ermeniler adına ipleri ellerinde tutanların, elit, ama güçlü yanları bulunan çekirdek bir yapıda bulunup işe yön vermelerine bakıldığında Ermeni siyasi örgütlenmesinin ve hareket halini almasını daha I. ve II. Meşrutiyet’in ilan edilmesinden de önceki dönemlere tarihleyebilirdik. Ki, daha o dönemde Ermeniler klasik anlamda devlet için “Millet-i Sadıka” hükmünde idi. İşbu, böylesi bir vasatta siyasi ve muhtemeldir ki askeri anlamda örgütlenme işinin bir ucunda, Rusya ile birlikte, bu işi bahane kılarak ve konuya binaen bir doğu sorunu ihdas ederek bölgeye ve Osmanlı mülkünün tümüne el koymayı düşünen Batılı güçlerinde işine gelmişti. Onlar açısından neden olmasın ki, bir yandan söz konusu Ermenilerde olsa “Bulundukları yerlerde en adi insan sıfatı almış” “görgüsüz” ve “beceriksiz” tanımlama ve sıfatlandırmayla oryantalist bir klişeye maruz kalmalarının yanında, onların mağduriyeti üzerinden Osmanlıya musallat olma çabası dönemin Batılı emperyalist gidişatı açısından anlamlı ve anlaşılır bir şeydi.
Kaybeden kim oldu dersek; başta isyan gibi bir yanlışa teşne olan Ermeniler, beri yanda Osmanlıya dini, milli ve şartlar gereği bağlılığı üzerinden bu işi, kendi bir ulus yaratma istidadında hareket eden Kemalistlerin ermeni belasını defedilmesi sonrasında bu kez Kürtlerin varlığını bahane kılarak oluşturduğu ve doksan küsur yıldır devam eden Kürt sorununun ağırlığı altında yaşayan koca bir Müslüman kitle ve bu minvalde oluşa gelen sorunların mağduru sosyal, dini, mezhebi kitleler…
Yukarıda dile getirmeye çalıştığımız mevzular, bu çalışmanın sadece bir özeti hükmünde idi. Kitap bir yakın tarih çalışmasını içermesiyle de çağdaş bir okuma ve ders çıkarma konusunda okunmayı ve sağlıklı değerlendirmeleri beklemektedir.
(*) Dönemin İngiltere Başbakanı Lord Salisbury; Rusya’nın bölgeden çekilmesi sonrasında ki duruma vurgu yapmaktadır.. Ermeni’lerle direkt komşu olan emperyalist güç olan Rusya’nın yerine, bömlgeye müdahale edebilecek Batılı bir gücün donanma ile gelmiş olsa da Akdeniz’le birlikte Torosları aşamayacağı ve birde Türk gücünün alt edilemeyeceğini zımnen vurguluyor olabilirdi!
(**) Bkz. Ahmet Şimşirgil ve Ekrem Buğra Ekinci (2008), Ahmet Cevdet Paşa ve Mecelle, İstanbul, KTB Yayınları, s.30
Nihat Karademir, KORKU VE UMUT – II. Abdülhamid Dönemi Kürt – Ermeni İlişkileri, 1.Bas. Kasım 2015, Çıra Yayınları İST.
Tanıtım yazısı: Sait Alioğlu / kitap haber