Ankara katliamı sonrası daha net şekilde ortaya çıkan ‘vicdan kaybımızı’ sormak için Psikiyatr Kemal Sayar’ın kapısını çaldığım gün, medyada Diyanet İşleri Başkanı Mehmet Görmez’in “Birbirimize karşı merhamet duygumuzu yitirdik’’ açıklaması vardı. Konumuz da buydu... Sayar’la, Alperen Manisalıgil ile birlikte yazdığı, “Mütevazı insanların daha diğergam, daha merhametli oldukları biliniyor. O halde dünyaya bir tevazu devrimi gerek’’ cümlelerinden çok etkilendiğim ‘Merhamet Devrimi’ kitabını ve son günlerdeki şiddet olaylarıyla yaşadığımız toplumsal travmayı konuştuk...
-Gezi’den bu yana artan kutuplaşma, son günlerde yaşanan kayıplar ve büyük acılar... “Ağır bir toplumsal travma sürecinden geçiyoruz” diyebilir miyiz?
Kesinlikle. Yurt, aslında temel olarak bir güvenlik duygusudur. Terör, en büyük travmasını güvenlik duygumuzu zedeleyerek yapıyor. Bizi birbirimizden şüphe eder hale getiriyor. Kaos yaratmak, yıldırmak, birbirimize düşürmek ana hedef. Birlik ve beraberlik duygusu yaralandığı zaman terör amacına ulaşıyor. Maalesef bugün bunu yaşıyoruz. Kenetlenmeyi en son Van depreminde yaşadık, orada becerebildik. Ama sonrasında çok hırpalandık ve giderek herkes kendi kabilesinin sınırlarına girdi.
-“Kabile narsizmi” olarak tanımlıyorsunuz siz bu durumu.
‘Narsistik merhamet’ diye bir tabir var. İnsanın sadece kendinden olana merhamet duyması... Amerika bunun çok iyi bir örneğidir. 11 Eylül konusunda aşırı hassasiyetleri var ama yeryüzünün başka yerlerindeki ölümlere karşı da duyarsız ve kayıtsızlar. Biz insanoğlu, stres, kriz zamanlarında dünyayı kutucuklar şeklinde algılamaya başlıyoruz.
-“Biz ve onlar” diye mi?
Evet. Yurttaş ve yabancı, iyi ve kötü. Kendimizi hep iyiler safhına yazıyoruz. Kendimizden olmayanı, düşüncelerimize tehdit olarak algıladıklarımızı düşman ediniyoruz. Şiddetin mayalandığı yer tam da burası işte. Aslında terör, bir başkasını insan olarak yok saymanın çok daha yoğunlaştırılmış hali.
-Sadece acı da değil, sevinçte de birleşemez olduk. Nobel Ödülü alan bilim insanımız konusunda bile “Kürt mü, Arap mı?” tartışması yaşadık.
Çok acı maalesef. İnsanlar daraltılmış kimlikler üzerinden kendilerini göstermek istiyor. Ben bu durumu, hayatın aşırı siyasallaşması olarak tanımlıyorum. İnsanlar artık varlık mücadelelerini maalesef sadece politikaya bağlamış durumda. Politik alandaki kıyıcı dil insanların arasına da yayıldı.
-Ne yapacağız? Apolitik bir toplum değiliz ki.
Duramayız. İnsan siyaset yapan bir varlık. Ama siyaseti ötekini yok etme ve bir düşman mücadelesi olarak görmekten vazgeçmek zorundayız. Düşman üretip onun üzerine oynamak, kendi varlığını böyle tanımlamak, Türkiye toplumu için iyi bir strateji değil. Bu, daha çok buhran zamanları stratejisidir. Örneğin Hitler’in yükselişini meşrulaştırmak için bazıları “Alman toplumu Dünya Savaşı’ndan sonra çok örselenmişti, kuvvetli bir baba arayışı içindeydi” argümanını kullanırlardı. Bu da onun gibi bir şey. Biz ortak rüyalar görebildiğimiz ve ortak projeleri hayata geçirdiğimiz zaman toplum olarak ileriye gideceğiz. Bir kesimin diğerine galip geldiği, diğerinin sesini elinden aldığı zamanlar, bizim hep tökezleme ve geriye gitme zamanlarımız olmuştur. Siyaset de, insanların içindeki haysiyet talebine cevap verebildiği kadar yükseliyor.
-Sesini duyuramayan, ezilen, haysiyet peşinde koşan da, kendisi güç elde edince diğerinin haysiyetini zerre kadar umursamıyor ama...
O bir kolektif kimlik haline dönüşebiliyor ve insanlar bazen bir travmayı politik amaç olarak kullanıyor. Çok ezilenler bir süre sonra o yaralanmışlığı kimlik haline getiriyor, içlerinde hiç ama hiç iyileşmeyen bir öfke oluyor. Bu da konuşmayı zorlaştırıyor.
-Örneğin Kürtler, Aleviler, dindarlar benzer süreçlerden geçti.
Evet. Bu saydığınız kimlikler, güç sahibi olduğunda, yaralarının hesabını sormak istiyor. Kan davasına dönüşüyor. Bu, içinden çıkılmaz bir döngü. O yüzden bizim merhamete ihtiyacımız var. Bir katliamdan sonra “Oh olsun’’ denilebiliyorsa, “Ama’’lı cümleler kuruluyorsa, orada büyük bir merhamet ve vicdan problemimiz var demektir. Eskiden akıl yoluyla çözülebilecek birtakım sorunlar ‘varlık’ sorunu olarak tanımlandıkça, insanlar da kendi düşüncelerine karşı grupları varlıklarına tehdit algılar oldu.
-Herkes bir diğerine göre “vatan haini, şeref yoksunu”...
Tam da bu! Bu, kelimelerin bile bir anlamı kalmadı. Siyaset rasyonel düzlemden çok, duygusal bir düzleme kaydı. Maalesef bu duygusal düzlem de, bizim ilkel ihtiyaçlarımızı sağladığı sürece iyi geliyor.
-Nedir o “ilkel” ihtiyaç?
Bana o anlık doğru ve haklı olduğumu hissettiren şey... Seçilmiş ve ayrıcalıklı olduğumu hissettiren her şey bana mutluluk vermeye başladı. “Ya hep ya hiç” diye algılamaya başladığımız zaman, gerilmeye başladık. Oysa hayatın her yerinde gri alan vardır, siyasette daha çoktur. Bir siyasi figürü “mutlak iyi’’nin temsilcisi, başka bir siyasi figürü “mutlak kötü’’nün temsilcisi olarak algılayamayız.
-Bütün bu tablo bizi nereye götürür?
Patlamak üzereyiz... Bence o paradigmanın sonuna geldik. İnsanlarımız yorgun. Öfke duymaktan, gerilmekten, bir başkası hakkında olumsuz düşünmekten, bir başkasını tehdit algılamaktan, ötekileştirmekten yorulduk. Şu anda en temel arayışımız huzur ve sükûnet. İnsanlar artık kavga dövüş olmadan birbirleriyle konuşarak anlaşmak istiyor.
‘İHTİYACIMIZ OLAN, BİRAZ KENDİMİZDEN ŞÜPHE ETMEK’
-Türkiye’deki tansiyon açısından iş ne zaman çığrından çıktı? Gezi olayları döneminde mi?
Gezi dönemi etkili, Ergenekon tutuklamaları önemli. İnsanlar kendi pozisyonlarını muhkem değişmez, tümüyle haklı görüp hakikati mülk edindiklerini düşündükleri sürece bu çatırdamalar devam edecek. Bize lazım olan şey, biraz şüphe. n Ne şüphesi? Kendimizden şüphelenmeliyiz. “Benim durduğum yer en doğru yer olmayabilir’’ diye düşünmeliyiz. Belirsizliğe pay bırakmak lazım. Kötülükler, aşırı idealist insanlardan da gelebiliyor. Stalin ve Hitler de kendi çerçevelerinde idealist insanlardı. Hakikati o kadar mülklerine almışlardı ki bu uğurda önlerine geleni temizlemek istediler. Bunu güya iyilik adına yaptılar.
‘OKULLARA EMPATİ EĞİTİMİ KONULMALI’
-Kaybolan merhametimizi yeniden nasıl bulacağız?
Merhameti çoğaltacak kültürel ve sosyal şartları hazırlamıyoruz. Yapılan pek çok çalışma, insanoğlunun doğuştan, iyiliğe ve merhamete sahip olduğunu gösteriyor. 5 aylık bebekler bile iyi davranışı sezip iyiye yanaşmak istiyor.
-Dünyada bu çok tartışılıyor. Siz insanın doğuştan ‘iyi’ olduğuna inananlardansınız ama tersini savunanlar da var.
Merhametin ve iyiliğin insan beyninin içine yazılı olduğunu düşünüyorum. İnsan temelde iyilik ve merhamet yönelimli bir varlık ama kültürel koşullanmalarla, sosyopolitik ortamla, eğitimle maalesef yozlaşmaya uğruyor. “Güçlü olan ayakta kalır’’ paradigması bize dayatılıyor. “Birisi güçsüzse zaten düşmeyi hak ediyordur, onlara sosyal yardımda bulunmamıza gerek yok” gibi... Böyle bir dünyada insanlar güçlü olmak için her türlü vasıtayı meşru görmeye başlıyor.
-Nasıl çoğaltacağız merhameti?
Okullara mutlaka empati eğitimi konulmalı. Dünyada çok yaygın bu. Çocukların, bir başkasının duygusunu okumayı öğrenebilmesi lazım. Birine kötü söz söylediğinde ya da vurduğunda, karşı tarafta nasıl bir etki yarattığını görmesi gerekiyor. Anaokulundan başlanmalı. “Empatinin kökleri’’ diye bir akım var dünyada. Bir bebeği 9 aylıktan itibaren her ay bir okula götürüyorlar. Kanada’da başlamış bir hareket. Çocuklar bu bebeğin her ay büyümesini gördükleri zaman, inanır mısınız yaşıtlarına karşı zorbalığı bırakıyorlar. Bir insanın ne kadar incinebilir olduğunu, ne kadar zor yetiştiğini görüyorlar çünkü.
‘İDEOLOJİK KESKİNLİK OKUMUŞLARDA DAHA YOĞUN’
-Eğitim müfredatına konulabilir mi?
Niye olmasın? Anlamakla ilgili drama dersleri konulabilir örneğin. Bunu yapmak zorundayız. Okul sadece öğretimle meşgul olmamalı. Ebeveynlere de iş düşüyor. Bir çocuk, sevildiğini hissettiği zaman merhametli oluyor. “Ben sevilmeye değer bir varlığım’’ hissini annenin gözlerinde okuduğu zaman, çocuk duygusal okuryazarlığını geliştiriyor. Romanya’da yapılmış çok enteresan bir araştırma var. Çavuşesku döneminde bir yetimhanede 2 gözetmenle, 4 çocuk bir yatakta ve çoğu açlık sınırında şefkat görmeden büyüyen 400 çocuğun beyinlerindeki empati merkezlerinin hiç gelişmediği ortaya çıkıyor.
-Beyinde normalde bir empati merkezi var yani...
Olmaz mı? Hatta ‘ayna nöron’ denilen ve bir başkasının acısını anlamaya yönelik sinir hücrelerimiz var. Merhamet eksikliğinin insan beyninin yapısını bile değiştirdiği kanıtlandı.
-Bu bahsettiğiniz nöronlar Türkiye’de, bizlerde çalışmıyor mu? Yandı mı?
Bence biz gerginlik ve buhran anlarında sanki o devreleri kapatıyoruz. Türkiye toplumunun özü itibarıyla çok da merhametsiz olmadığını düşünüyorum. Okumuş kesimde, sosyal medyada kendini gösterebilen insanların içinde ideolojik keskinlik çok daha yoğun, ama Anadolu böyle değil. Sağduyumuza, ferasetimize hâlâ inanıyorum.
‘UMUT, HEPİMİZİN TUTUNABİLECEĞİ TEK ŞEY’
-Anadolu’da belki halen merhamet duygusu var ama metropollerde tahammülsüzlük gün geçtikçe artıyor. Trafikte bile birbirimizi boğazlayacak haldeyiz.
Metropol hayatı dünyanın her yerinde böyledir. Çok sıkıcıdır, çok zordur. Ama İstanbul’da özellikle zor. Çünkü İstanbul kaotik bir şehir. Müthiş bir sıkışma hissi yaşıyoruz. Enerjimizi alıyor. Trafik problemi, barınma problemi, insanların hoyratlığı... Öfkeden, burnumuzdan soluyoruz. Birdenbire kendimizi, fark etmeden bir depresyonun içinde buluyoruz. Toplumsal bir travma yaşıyoruz, çünkü gelecekle ilgili ümitlerimizin elimizden alındığını hissediyoruz. Terör olayları sadece bugünümüzü gasp etmekle kalmaz, geleceğimizi de gasp eder. O yüzden kenetlenmek, bir arada davranmak ve merhamet duygumuza sahip çıkmak zorundayız.
-Çözümün bizde olmadığı bu sorunla nasıl başa çıkacağız?
Dünyada çok tartışılan bir durum, merhamet yorgunluğu... İnsanların giderek, acı veren olaylara karşı kayıtsızlaşması, yüzünü oradan uzaklara çevirmesi anlamına geliyor. Kitle iletişim araçlarıyla beraber bunu çok daha yoğun yaşamaya başladık. Başımızı nereye çevirsek örseleyici bir olayla karşılaşıyoruz. Hiç bakmak istemiyor, kimsenin acısını görmek istemiyoruz. Bir taraftan da savrulup tamamen kayıtsız kalabiliyoruz. Umut, hepimizin tutunabileceği tek şeydir. Sadece kaybımıza odaklanırsak, o kaybın üzüntüsünden tam manasıyla kurtulamayız. Hayatı devam ettirmek için umuda ihtiyacımız var.
{ Balçiçek İLTER / GAZETE HABERTÜRK }