Tarihin şaşmaz yasasıdır; sadece büyük düşünsel ve dini gelenekler ve iddialı medeniyet yürüyüşleri değil, tarihte ancak birer sapma olarak kabul edilecek düzeyde var olabilen geçici politik/toplumsal mühendislikler bile kendilerinden hemen önceki zaman dilimini olumsuz ifadelerle tanımlamışlardır. Örneğin İslamiyet, tasfiye ettiği dini, politik ve sosyo-ekonomik düzeni zaman ve mekân ayırımı yapmadan “Cahiliye” olarak tanımlamış ve müntesiplerini Cahiliye’nin karanlığına yeniden teslim olma riskine karşı sürekli teyakkuzda tutmaya çalışmıştır. İslam toplumlarının dünyanın diğer inanç gruplarına göre zayıfladıkları veya dini sadakatin azaldığı dönemler Müslüman bilginler tarafından Cahiliye’nin geri dönüşü olarak kabul edilmiştir.
Aynı geleneği sürdüren modern Batı medeniyeti, kendisinden önceki yaklaşık bin yıllık zaman dilimini Ortaçağ olarak adlandırmış ve Ortaçağ’ı insanlığı adeta kör eden bir karanlık dönem olarak tasvir etmiştir. Uzun bir süre boyunca, iki dünya savaşından sonra yaşanan Bunalım Çağı hariç, insanlığın düz bir gelişme çizgisi izlediğine iman eden Batılı akıl, adeta kendini inkâr edercesine Ortaçağ öncesi dönemleri romantik bir retorikle ve nostaljik duygularla yüceltmiştir. Çünkü yeni bir düşünce, yeni bir medeniyet ve yeni bir insan kurmak isteyenler için uzak ve buğulu bir geçmiş hiçbir zaman yakın ve hala dumanları tüten bir geçmiş kadar tehlikeli olmamıştır.
Batı, hatıraları hala canlı olan ve ruhu henüz bedeni tamamen terk etmemiş bir geçmişe/modern-öncesine özlem duymayı “irtica” olarak etiketleyip kriminalize etmiş ve dokunduğu her coğrafyaya uygarlaştırma iddiası ile beraber bu iddianın düşmanı olan irticaya karşı “modern(ist) cihat” fikrini de taşımıştır. Batı’dan kavram ve kurum devşirme konusunda oldukça mahir olan mukallit seçkinlerimiz, bu konuda da geri kalmamış ve özellikle II.Meşrutiyet döneminde icat ettikleri irtica hastalığına karşı çeşitli ilaçlar ve tedavi yöntemleri geliştirmişlerdir.
Osmanlı-sonrası dönemde irtica ile mücadeleyi siyasal programlarının merkezine yerleştiren rejimlerin tipik örnekleri, Ortadoğu'da Baasçılık, Türkiye'de Kemalizm ve Tunus'ta Burgiba rejimi olmuştur. Söz konusu rejimler İslam toplumunu bir arada tutan ve her ne kadar edilgen de olsa kendisiyle, toplumla ve devletle barışık kalabilen Müslüman özneyi sürekli yeniden üreten geleneksel düşünceyi ve kurumları hedef alarak üstesinden kolaylıkla gelinemeyecek toplumsal ve düşünsel krizler üretmişlerdir. Daha sonra ise aynı boşluğu militarist ve laikçi modernleş(tir)me projeleri ile doldurmaya çalışarak sadece tekfirci, yıkıcı ve totaliter örgütlerin değil, takiyyeci ve NATO’cu örgütlerin oluşumuna da en az Batı kadar katkıda bulunmuşlardır.
II.Meşrutiyet döneminden hemen sonrasının egemen ideolojisi olarak devleti ve devlet eliyle toplumu şekillendirmeye çalışan Kemalizm,Osmanlı’nın bakiyesi olan Türkiye’de, irticaya karşı geliştirilen son tedavi yöntemiydi. Ancak, kendisinden önceki yöntemlerden sadece kullanılan ilacın dozunun yüksekliği ve hastalık hassasiyetinin bir süre sonra, hastalığı tedavi etmeye çalışan toplum mühendislerinde ruhsal bir hastalık/paranoya haline gelmesi ile farklılaşıyordu.
Türkiye toplumunun ve genel olarak İslam dünyasının fikri, sosyal, ekonomik ve politik veçheleri olan bir hastalığın pençesinde kıvrandığı İslamcı, milliyetçi ve modernist tüm cins kafaların üzerinde ittifak ettiği bir gerçekti. Belki de İslam dünyası temel itikadi konular dışında, başka hiçbir konuda bu kadar hemfikir olmamıştı. Ancak en az diğerleri kadar hastalığın farkında olan Kemalizm, tedavi yöntemi olarak yanlış bir tercihti. Çünkü sadece hastalığın sebeplerini değil, hastayı da tanımıyordu ve kafasında kurguladığı hayali bir ulusa başka ulusların tedavi yöntemlerini dayatıyordu.
Böylesi bir tedavi kaçınılmaz olarak yanlış ilaçların kullanımına sebep olacak ve yine kaçınılmaz olarak yeni hastalıklara/komplikasyonlara davetiye çıkaracaktı.İşte Gülenizm(ler), Kemalizm’in devlet aygıtına hükmetmenin avantajlarından yararlanarak ülkede politik ve ideolojik bir hegemonya ve askeri/bürokratik bir vesayet kurması ile beraber bir devlet politikasına dönüştürülen “irtica ile mücadele stratejisinin” (öngörülmeyen) ürünü olan komplikasyon örneklerindendir.
Kemalist irtica paranoyası toplumun önemli bir kesimini ötekileştirerek ve devlete yabancılaştırarak Gülen Hareketi tarzı yapılanmaların sosyal altyapısını oluşturmuştur. Devletin/bürokrasinin iktidarından ve yine devlet tarafından dağıtılan sosyo-ekonomik refahtan pay alamayan ve bu yöndeki talepleri sürekli Kemalizm’e entegrasyon koşuluna bağlanan dindar kesimler, özünde millete ait olan devleti, millet adına ele geçirmek için örgütlendiğini iddia eden bir yapıya destek vermeyi meşru kabul etmişlerdir. Öyle ki bu örgüt tarafından devlete sızmak/devleti ele geçirmek için kullanılan ve bizim kültürümüze ve dini geleneğimize ait olmayan takiyye benzeri yöntemler dahi sınırlı bir Müslüman aydınlar/âlimler grubu dışında bir sorun olarak algılanmamıştır. Yasal zeminde ve demokratik usullerle siyaset yapan hareketlerin yine aynı irtica söylemi ile kriminalize ve marjinalize edilerek cezalandırılmaya ve siyasetin ve toplumun dışına atılmaya çalışılması, bu yöntemlerin gerekliliği ve hata zorunluluğu konusunda neredeyse bir toplumsal mutabakat yaratmıştır.
Gülenizm benzeri hareketleri besleyen ve bu tür yapılara en azından geçici bir süre için toplumsal meşruiyet kazandıran asıl kaynak ise, Kemalizm’in irtica ile mücadele stratejisinin dilidir. Bu dil, dindarı tahkir eden ve bu toplumun geleneğine ve tarihine ait olan birçok değeri aşağılayan bir dildir. Bu dili kullananlar İslam’a ve topluma yabancı ve çoğu zaman düşman oldukları için Gülenist yapı içindeki gayri-İslami ve gayri-milli/yerli olmayan unsurları deşifre etmekte başarılı olamamışlardır. Bundan dolayı mücadelelerini Gülenizm’in yeterince Kemalist ve laik olmadığı retoriği üzerinden şekillendirmişlerdir. Kaçırdıkları nokta, Kemalizm’in suç olarak nitelendirdiği bu özelliklerin, toplumun geniş kesimi için çoğu zaman birer erdem olarak kabul edilmesidir.
Türkiye toplumu için dini ve milli bir projesi olduğunu iddia eden bir hareketin aynı zamanda Kemalist ve laik de olmaması, halk nezdinde bu hareketidesteklemek için bir motivasyon kaynağı olabilmektedir.Bunun böyle olduğunu anlamak için FETÖ'nün tarihine bakmak yeterlidir. FETÖ, geniş toplumsal kitleler nezdindeki meşruiyetini ve halktan aldığı desteği Kemalizm'e borçludur. FETÖ'nün iktidar kaynağı, Kemalizm'in adeta İslam ile mücadeleye dönüşmüş olan irtica ile mücadele stratejisine hâkim olan söylem ve yöntemlerdir. Fethullahçılığı, laik olmamakla ve Kemalizm'i yıkmaya çalışmakla suçlamak, Kemalistlerin beklentilerinin tersine, bu örgüte saygınlık, meşruiyet ve destek kazandırmıştır.
Türkiye, Gülenizm’in gerçek yüzünü ancak Kemalist hegemonyanın en zayıf olduğu dönemde görebilmiş ve yine ancak bu dönemde Kemalizm ile birlikte Gülenizm’e karşı da sahih ve etkili bir mücadele başlatabilmiştir. Gülenist hareketin yaklaşık kırk yıllık toplumsallaşma ve (paralel) devletleşme süreci ancak, bu hareketin İslami ve milli/yerli olmadığını topluma gösteren bir iktidar eliyle durdurularak geriletilmiştir. Bu iktidarın inandırıcılığı da, sadece liderlerinin dindarlığından değil, bir yandan Gülenizm’i tasfiye ederken, aynı zamanda Kemalist irtica söylemine de itiraz etmesinden kaynaklanmaktadır.
Türkiye için DAİŞ'ten ev PKK’dan bile daha tehlikeli olan bu yapıyla İslamcı/muhafazakâr AK Parti hükümeti değil de geçmişteki yöntem ve söylemleri tekrarlayan Kemalist bir iktidar mücadele etmiş olsaydı, bugün milletin büyük bir kısmı, ama özellikle İslamcılar FETÖ'nün arkasında olacaktı. Sadece Kemalizm'den farklı bir dil ve yöntem kullanan muhafazakâr bir iktidar, FETÖ'nün maskesini düşürüp bu hareketin İslami, yerli ve milli olmadığına halkı ikna edebilirdi. Tek başına FETÖ tecrübesi bile Türkiye'nin bir yandan bu tür yapılarla mücadele ederken, diğer yandan Kemalizm ile mücadeleye de devam etmesinin gerekliliğinin ispatıdır. Kemalizm'in yöntemsel ve ideolojik olarak geriletildiği bir toplumda da FETÖ, DAİŞ ve benzerleri, bir süre daha masum insanları öldürmeye devam etseler de toplumsal taban kazanma imkânına asla kavuşamayacaklardır.
Nihat KARADEMİR - Fikir Zemini ve Haber10 Yazarı