Suriyeli muhacirler gündemde bugünlerde. Özellikle İstanbul’daki varlıkları bazılarını rahatsız ediyor. Tarihin en büyük muhacirine ev sahipliği yapmış Eba Eyyub el-Ensari’yi bağrında misafir eden İstanbul’da hem de. Hikayeyi uzun uzun anlatmayacağım. Resulullah (s.a.v) Mekke’den Medine’ye hicret edince Eba Eyyub’un evinde misafir kalır. Sonra Eba Eyyub hicret eder ve İstanbul’a misafir olur. Eyyub semtinde kendi adına yaptırılmış caminin haziresindedir kabri.
Bu ilk hicrete boşuna işaret etmiyorum. Çünkü o gün yaşananların aynısı bugün de yaşanıyor. Özellikle Medineliler iki gruba ayrılmışlardı. Eba Eyyub el-Ensari’nin de içinde bulunduğu bir grup gelenleri bağrına basmış ve dünya durdukça anlatılacak bir erdemlilik, kadirşinaslık örneğini sergilemişlerdi. Abdullah b Ubey b. Selul’un başını çektiği diğer grup ise muhacirlerden son derece rahatsızdı ve yaşanan her olumsuzluğu muhacirlere bağlıyorlardı. Mesela bir seferden dönerlerken muhacirleri aşağılamak için “Medine’ye döndüğümüzde üstünler alçakları oradan çıkaracak” diyorlardı. “Sahillerimizde nargile içip yatan tosunları oralardan atacağız”ı hatırlatıyor değil mi?..
Sonra şöyle diyorlardı:
“Siz Medine’ye gelmiş keyfinize bakıyorsunuz, çocuklarınız, mallarınız, mülkleriniz, her şeyiniz orada kalmış. Bunlar için savaşmayacak mısınız?”
Bu da “Suriyeli tosuncuklar ülkelerinde kalıp vatanlarını korumak için savaşacaklarına bizim kızlarımıza sarkıntılık ediyorlar” sözüne ne kadar benziyor değil mi?.. Sakarya’da hamile bir Suriyeli kadın tecavüze uğramamış ve kucağındaki bebesiyle birlikte hunharca öldürülmemiş gibi.
İlk hicrette muhacirlere evlerini açıp mallarını paylaşanlar olduğunu söylemiştik ve bunlar gibi gün gelip Mekke’nin fethiyle birlikte muhacirlerin yurtlarına geri dönmeleri ihtimali belirince oturup ağlamışlardı. Bugün de Abdullah b Ubey b. Selul karakterli ırkçı-faşistlerin Suriyeli muhacirleri yeniden iç savaş cehennemine gönderme istekleri karşısında oturup ağlayan erdemliler de vardır.
Çünkü onlar tarihi tecrübeden de biliyorlar ki göç berekettir, medeniyettir ve biz bir göç medeniyetinin mirasçısıyız. Aslında bu bilinç düzeyinde olmasak da şehirlerimiz geçmişte olduğu gibi bugün de bu medeniyeti yaşatmaktadırlar.
İsmail Raci Faruki “Niçin İslam” adıyla Yasemin Savur tarafından Türkçeye çevrilen “ISLAM Religion, Practice, Culture and World Order” (Mahya yayınları) (Bendeniz de Türkçeden “Çira Îslam?” adıyla Kürtçeye çevirdim ve bu çeviri de Mahya yayınları arasında çıktı) adlı eserinde Afrika’nın en batısındaki Dakar kentinden Çin’in Sincan (Doğu Türkistan) bölgesine kadar uzanan İslam coğrafyasını birleştiren ortak değerlerin altını çizdikten sonra şöyle der:
“Müslümanlar dış görünüm bakımından birbirlerinden oldukça farklıdır. Farklı kültürel gruplara mensup Müslümanların hepsinin kendilerine has giysileri, değişik gelenekleri ve yaşam tarzları vardır.
Geçmişte ırk ve renk ayırımının olmayışının yanında kardeşlik ve ortak dini kurumlar sayesinde toplumsal hareketlilik alabildiğine yüksekti. Müslümanlar imparatorluğun bir ucundan öbür ucuna hiç yabancılık çekmeden seyahat edebilirlerdi. Bu yüzden Müslüman şehirlerinde yaşayan insanlar birden fazla dil bilirlerdi.
Bir antropolog için Rabat, Trablus, Kahire, Şam, Cidde, Bağdat, Tahran, Lahor, Delhi ve Cakarta gibi yerlerde, yol kenarında bir kahvede oturmaktan daha iyi bir görsel şölen olamaz. Yanından arabalar, develer; peçeli, sarili, etekli, kotlu ya da peştemalli kadınlar geçebilir. Açık tenlileri, koyu tenlileri, Batı Afrikalı siyahileri, Çinlileri, Moğolları, minyon tipli Malezyalıları, iri yapılı Afganları aynı caddede görebilir. Önünde saçını ortadan ayıran, türbanlı (…) veya eteği uçuşan elbiseler giymiş erkekler geçebilir ve bunların hepsi Müslüman olabilir…”
Geçenlerde Irak-Kürdistan bölgesinden misafirlerim vardı. Tezgahta bekleyen çalışmalarım arasında bir günümü onlara ayırdım. Cağaloğlu’nda buluştuk. Güne doğal olarak Kürtçe başladık. Beyan yayınlarında İhsan Süreyya hoca ve Ali Kemal abi ile devam etti sohbet. Misafirlerin Kürtçe konuşmalarını anlasın diye Türkçeye tercüme etmeye yeltendim ama Ali Kemal abi, çevirme, kulaklarım biraz alışsın diyerek istemedi. Sonra Şehzadebaşına doğru yola koyulduk ve ünlü Kadınlar Pazarında duvar dibinde rahmetli Faruki’nin antropoloğu gibi oturup pazarın görsel şölenini seyre daldık.
Vanlıların, Bitlislilerin, Siirtlilerin; büryan, otlu peynir, sirim, hêliz kokan Türkçe, Kürtçe, Arapça konuşmalarına şahit olduk. Pazarın karşılıklı iki yanında iki büryan dükkanı Siirt ve Bitlis adına birbirleriyle lezzet yarıştırıyorlardı. Biz de nefes aldırmayan bir sıklıkta gelen kaçak çayların eşliğinde dünya meselelerini Türkçe-Kürtçe ve zaman zaman Arapça konuşarak, tartışarak akşamı ettik. Ayrılık vakti gelince misafirlerimi otellerine yolcu ettikten sonra Marmaray istasyonuna gitmek üzere Horhor caddesinden Aksaray’a doğru yola çıktım. Biraz önce yanımdan geçen birileri aralarında Farsça konuşuyorlardı. Bir Avrupa ülkesinden vize almanın derdindeydiler.
Aşağı doğru indikçe Farsçanın yerini Arapça almıştı. Dükkanların önüne atılan sandalyelere oturanlar Halep’i aratmayan rahatlıklarıyla dünyanın en insicamlı ve oya gibi işlenmiş dili olan Arapça ile kelimelere resmen dans ettiriyorlardı.
Biraz ötede Şam havasında zaater kokulu “Mat’am Haleb”in önünde nargile tüttürenler. Peçeli, başörtülü hanımlar “teal.. teal” diye ortalıkta arabalara aldırmadan seğirten çocuklarına sesleniyorlardı. Az ileride yine Farsça konuşan biri arkadaşını Halep tatlıcısından baklava yemeye davet ediyordu. Aksaray çarşısı kapalıydı ama yaya kaldırımlarına kurulmuş seyyar satıcı tezgahlarında bu sefer Türkçe-Kürtçe konuşmalar ağırlıklıydı. On liralık saat satan Afrikalının uzun boyuyla mütenasip Türkçesi uzunca bir melodi gibi çınlıyordu. Başına üşüşenler hallerinden memnundular.
Yatsı ezanı okunuyordu. Caminin avlusu alabildiğine kalabalıktı, Yıllardır İstanbul’da yaşıyorum, yatsı namazının bu denli kalabalık olduğunu görmemiştim. Caminin avlusunda Suriyeli muhacirler yoğunluktaydı. Ben şahit olmadım ama bazı dostlarım sabah namazlarının da aynı şekilde kalabalık olduğunu söylemişlerdi.
Eski zaman Bağdat’ı, Kahire’si, Kalkuta’sı, Delhi’si, Diyarbekir’i, Halebi… gibi bir İslam kentiydi İstanbul. İstanbul İslambol’du. Ve Suriyeli muhacirler, bereketli çeşitliliğimizi sıkıcı bir tekdüzeliğe mahkum etmek isteyen batıcı, ırkçı, faşist zincirleri kırıp yeniden hayatın rengarenk çiçekleriyle iç içe yaşama azmimize Eba Eyyub’un torunları olarak Medine meltemi kıvamında bir destek sunuyorlar. Faruki’nin ruhu şad olmuştur diye düşündüm.
Bugün Müslümanlar rahmetli Faruki’nin işaret ettiği renkliliği bilinç düzeyinde yaşayıp temsil etmekten uzaktırlar. Ama Allah’ın varlığa egemen kıldığı yasalar, sünnetullah şaşmadan işliyor. Bazen bir deprem, bazen bir sel, bazen bir savaş batı emperyalizminin etkisiyle salt kendi rengimize, kendi ırkımıza, kendi zevkimize özgü kıldığımız, çelik duvarlarla örülü olduğunu sandığımız küçük ve örümcek ağı mesabesindeki dünyamızı yerle bir edip kainatın çeşitlilik esaslı hayatını yaşamak zorunda bırakıyor.
* Vahdettin İnce - Şarkul Avsat