Geçtiğimiz günlerde ABD ve İngiltere’nin PYD çıkışları dikkat çekiciydi. Önce İngiltere Dışişleri Bakanı Hammond, “Son haftalarda Suriye Kürt güçleri Suriye rejimi ve Rus hava kuvvetleri arasındaki koordinasyona dair çok rahatsız edici kanıtlar gördük" dedi. Ardından ABD Dışişleri Bakanlığı Sözcüsü Kirby, Kürtlerin Suriye’de federal bir bölge kurmak istemeleri halinde ABD’nin tutumunun ne olacağına ilişkin bir soruya “ “Eğer bana Kürtler için özerk bir bölge isteyip istemediğimizi soruyorsanız bunun yanıtı hayır” dedi. En son, Kobane’nin güneyinde ABD’nin bir askeri üs kurduğuna ilişkin haberler de Pentagon tarafından yalanlandı.
Aslında ABD’nin bu tutumu yeni değil, zira geçtiğimiz yıl da hem özerklik hem Rımelan askeri üssü konusunda benzer açıklamalar yapılmıştı. Ancak, zaten değişen bir şey yok diye geçiştirmek zor. Çünkü Cenevre III zirvesinin hemen ertesinde Obama’nın IŞİD’le Mücadele Koalisyonu Özel Temsilcisi Brett McGurk’ün YPG güçlerini yerinde ziyareti ve Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın “Ey Amerika! Size kaç kere söyledim. Siz bizimle beraber misiniz yoksa bu terör örgütü PYD ile YPG ile mi berabersiniz?” sorusuna gelen net ve kesin yanıt, ABD’nin artık şüpheye yer bırakmayacak bir biçimde PYD’yi desteklediğini ve bu desteğin yalnızca IŞİD’le mücadeleyle sınırlı olmadığını açıkça ortaya koymuştu.
Peki n’oldu da özellikle ABD -ki dış politikasında uzun zamandır ABD ekseninde hareket eden İngiltere özelinde bir okumaya ihtiyaç var mı şüpheliyim- PYD politikasına deyim yerindeyse bir ayar verme çabasına girişti?
En erken yorumlar, PYD’nin Rusya ile askeri alanda giderek gelişen işbirliği üzerinde yoğunlaştı. Bu yorumlara göre, özellikle Fırat’ın batısında son bir ayda yaşanan gelişmeler rahatsızlığın asıl kaynağıydı. Kimileri ABD’nin Suriye Kürtlerini Rusya’ya kaptırdığını bile iddia etti. Nihayetinde, Rusya’nın hava desteğiyle rejim güçleri ve YPG lehine somut kazanımlara dönüşen Fırat’ın batısındaki gelişmeler hem ABD baskısı hem de ateşkes sürecinin başlamasıyla büyük ölçüde dondu. Ama Rusya faktörü hâlâ gündemdeki yerini koruyor.
Öte yandan, ABD’nin Suriye’de yalnızca Kürtler’le hareket etmesini ve Arap muhalefet gruplarını ihmal etmesini sakıncalı görenlerden de itiraz sesleri yükseldi. ABD’nin BM Özel Temsilcisi Samantha Powers’ın da aralarında bulunduğu birçok kişi bu tercihin askeri olarak riskli olduğu ve müzakere masasında Esad’a karşı ABD’nin elini zayıflatacağı uyarısında bulundu.
Bu arada, ABD’nin PYD konusunda bir anlamda damarına bastığı Türkiye’ye de pas attığı söylenebilir. Zira Suriyeli mülteciler sorunu üzerinden AB ile ilişkilerini yeniden canlandıran Türkiye’nin “tampon bölge” projesine Fransa’dan sonra Almanya’nın da sıcak baktığını bir yere not etmekte fayda var.
Bu tabloya bir de Irak penceresinden bakıldığında ise sözkonusu “ayar verme” çabasının aslında PYD’den çok PKK ile ilişkili olduğunu iddia etmek mümkün. Zira ABD de biliyor ki, PYD ve PKK arasında yaptığı keskin ayrımın alanda karşılığı yok. Bugün PYD ve ona bağlı savunma gücü YPG’yi PKK ile eş tutmak ne kadar yanlışsa, PKK’ye rağmen hareket edeceklerini düşünmek de o kadar yanlış. Dolayısıyla, ABD’nin PYD ile ilgili askeri ya da siyasi tasarruflarını bir de PKK bağlamında okumak yerinde olur; ki, daha önceki yazılarımda ABD’nin PYD’yi terör örgütü olarak kabul etmeme tercihinin PKK’yi tasfiye etme planlarıyla tutarlı olduğunu tartışmıştım.
Bu çerçevede, en özet ifadesiyle, PKK’nin Irak’ta ABD’nin öncelikleriyle çelişen hatta bu öncelikleri riske sokan bir pozisyon aldığı görülüyor.
Her şeyden önce şu çok açık ki, ABD Irak Kürdistanı ve Rojava arasında bir eşgüdüm ve uyum sağlanmasını istiyor. Bu IŞİD’le mücadele için gerekli olduğu kadar, Suriye ve Irak topraklarında en azından Kürdistan ölçeğinde görece istikrarlı bir alan yaratma hedefi açısından da önemli.
Bu bağlamda, 2014 yılında bizzat Obama’nın çabalarıyla ve üstelik Türkiye’ye rağmen peşmergenin Kobane savunmasına katılması, sembolik değeri pratik faydasından daha büyük ilk somut adımdı. Bu adımı, önce Duhok ardından Hewler’de gerçekleştirilen toplantılar izledi. ABD bu toplantılarda doğrudan Kürdistan Bölgesel Yönetimi (KBY) ve Rojava Yönetimi arasında arabulucuk yaparak bir işbirliğini arzuladığını/desteklediğini ortaya koydu. Irak Kürdistanı’nda eğitilen Suriye Kürdü peşmergelerinin Rojava’ya geçişi de bir anlamda bu işbirliğinin somut göstergesi olacaktı. Ama sözkonusu geçiş gerçekleşmediği gibi, Kobane savunması için giden peşmergeler de geri döndü. Bu konuda bir sonuç alınamamasının faturası ise herkesten çok PKK’ye çıkarıldı. Zira PKK’nin Suriye Kürdü peşmergeleri bir Kürdistan Demokrat Parti (KDP) gücü olarak gördüğü ve Cemil Bayık’ın “Rojava’da Güney güçlerine yer yok” dediği herkesin malumu.
Öte yandan, Irak Kürdistanı’nda yaşanan siyasi kriz derinleştikçe PKK tartışmaların odağına yerleşti. Aslında bu yönlü tartışmalar uzun zamandır yapılıyordu, ama en son Ekim 2015’te Süleymaniye’de patlak veren protestolar ve hala süren gerilimde PKK’nin rolü daha çok öne çıktı. Hatta Murat Karayılan geçtiğimiz hafta bir açıklama yapmak zorunda kalarak, PKK’nin asla KBY’de istikrarsızlığa neden olacak bir tutum almayacağını söyledi.
Zira bundan yaklaşık bir ay önce Goran’dan PKK’ye ortak askeri güç oluşturma çağrısı gelmişi. PKK bu çağrıyı reddettiğini açıkladı. Ancak, çağrının yapıldığı yer Ranya olunca böyle bir ihtimal dahi KBY’de alarm zillerinin çalmasına neden oldu. Ranya, Süleymaniye’yi Hewler’e bağlayan önemli bir stratejik nokta. Süleymaniye’de ise altı aydır sular durulmadı, eğitim bile düzenli yapılamıyor, Ekim Protestosu sırasında yakılan KDP temsilciliği hâlâ açılamadı. Goran’ın Kürdistan Yurtseverler Birliği’ne (KYB) rağmen Süleymaniye’ye hakim olması mümkün değil. Ama Ranya’yı PKK desteğiyle kontrolü altına alması bir bakıma Süleymaniye’yi Hewler’den tümüyle koparması anlamına gelecekti, ki zaten bu tehlike karşısında KYB de KDP ile görüş ayrılıklarını bir tarafa bırakıp en son yapılan toplantıda beraber hareket etme konusunda anlaştıklarını ilan etti.
Sonuçta, geçen yıl KBY başkanlık tartışmalarına doğrudan müdahale ederek Irak Kürdistanı partileri arasında bir uzlaşma sağlamaya çalışan ve en son yaşanan ekonomik krize Dünya Bankası ve BM’nin bir çözüm geliştirmesine önayak olan ABD nezdinde PKK yine “oyun bozan” konumuna düştü.
ABD’nin hazırlıklarını hızlandırdığı Musul operasyonu öncesi Şengal’de mevcut PKK varlığı ise bir başka sorun kaynağı olmaya namzet. Zira Kasım 2015’te gerçekleşen Şengal Operasyonu’ndan bu yana bu güçlerin kime bağlı hareket ettiği tartışmalı. ABD, Şengal Operasyonu sırasında verdiği destekle, KBY peşmerge güçlerinin lehine bir sonucun alınmasında etkili oldu. Üstelik, “Şengal’i biz özgürleştirdik” diyen PKK’nin aksine, ABD, IŞİD’e karşı kazanılan zaferin KBY peşmergelerinin bir başarısı olduğunu duyurdu. ABD’nin bu konuda altı çizilmesi gereken bir başka tutumu ise, Mesud Barzani, “Şengal Kürdistan toprağıdır” dediğinde sessiz kalması oldu. Böylelikle ABD, Bağdat ve Hewler arasındaki en önemli çatışma konusu 140. Maddeye dahil bölgenin kontrolü konusunda KBY’den yana bir tavır aldı. Ama tam da bu sırada Bağdat, Şengal’de mevcut PKK güçlerinin kendisine bağlı olduğunu açıklayarak Şengal üzerindeki hak iddiasını sürdürdü. PKK de bu açıklamaları yalanlamadığı gibi, Şengal’den çekilip çekilmeyeceklerine ilişkin sorulara verdikleri yanıtlarla Bağdat’ı teyit etti.
Nihayetinde Şengal Operasyonu’ndan sonra beklenen Telafer Operasyonu, birçoklarının iddiasına göre, bu anlaşmazlık yüzünden gerçekleşmedi. Oysa, Telafer Operasyonu Musul Operasyonu’ndan önce atılacak son bir adım olarak değerlendiriliyordu. Telafer’e operasyonun ise Şiiler mi Sünniler mi tarafından yapılacağı önemli. Aslında Telafer’in yarı nüfusu olan Şiilerin nerdeyse hepsi çoktan göçtü, kalanlar Sünniler. Ve görünen o ki, tıpkı Musul Operasyonu’na olduğu gibi, Telafer Operasyonu’na da Şii milis gücü Haşdi Şabi dahil edilmek istenmiyor. Ama PKK güçleri Haşdi Şabi’nin dışlanmasını zorlaştırıyor. KDP Şengal sorumlusunun en son yaptığı açıklamaya göre, Haşdi Şabi Şengal’de mevcut PKK güçlerini üyesi olarak kaydediyor. Bu iddianın doğrulanması güç olsa da, PKK’nin Şengal’de KBY ve dolaysıyla ABD ile tam bir uyum içinde olmadığı muhakkak.
Buna karşın, PKK’nin Irak’taki tüm faaliyetlerinin ABD’nin özellikle Irak Kürdistanı’ndan uzak tutmaya çalıştığı İran’la uyum içinde olduğu ise bir başka gerçek.
Başa geri dönecek olursak, PKK’nin Irak’ta ABD öncelikleriyle çatışan pozisyonunun bugün ABD’nin PYD konusunda takındığı tutumu açıklamaya her şeyden daha fazla yardımcı olduğu söylenebilir. Zaten bugün Türkiye Kürdistanı’nda olup biteni Rojava’dan bağımsız değerlendirmek nasıl mümkün değil ise, Rojava’da olanları da Irak Kürdistanı’ndan ayırmak imkânsız.
Son tahlilde, ortaya çıkan tablo aslında ABD’nin Türkiye’yi Rojava’dan İran’ı ise Irak Kürditanı’ndan uzak tutmaya çalıştığına işaret ediyor. PKK’nin bir yandan Türkiye’de yürüttüğü savaş, diğer yandan İran’la işbirliği ise bu çabaları baltalıyor.
Ve bu yaşananlar, Kürtlerin yine Aşil topuğundan vurulma ihtimalini giderek güçlendiriyor. Yani en zayıf noktalarından, Kürt siyasi partilerinin öteden beri birlikte hareket etmek yerine bir komşu ülkeyle işbirliğini rakibini alt etmek uğruna önceleme zaafından…
Oysa, yine öteden beri olduğu üzere, Türkiye ve İran Kürtleri kıskaca alma konusunda anlaşabilir. Başbakan Davutoğlu’nun son Tahran ziyaretini bu yönde bir işaret saymak zor değil. Her ne kadar başka bir yazının konusu olsa da, şimdiden söylemek sanırım yanlış olmaz. O zaman Kürtler, bugünleri bile çok arayabilir.
Arzu Yılmaz - Sosyolog
Birikim Dergisi