Evet, buralardan kimse dönmüyor. Analarıyla ölüyor, babalarıyla öldürülüyor çocuklar. Koş git diyorum bir oğlana, bana akarsuyu getir. Loş ışığını dağların. Rüzgarını getir yaprağa. Ki aradığını bulsun bizim gibi arayan! Ne arıyoruz buralarda? Sahi, neyin peşindeyiz bu kupkuru ağaç köklerinde?.. Ağzından kükürt ve duman çıkaran bu aslan heykellerinin dibinde?. Bu huzura kavuşmamış anıların gövdesinde?..
Anadolu, Rumeli, Kafkaslar, Mezopotamya, Hicaz... Hep Ortadoğu. Dallarını pencerelerden içeriye sarkıtmış yorgun, bezgin ama diri birer gölgeyiz... Tanıklık ediyor bize toprak... Dayandığın kapılar aralıktır buralarda. İçeri girersin ki ılık süt, tüten ocak, miyavlayan kedi... Bazen de kimsecikler yoktur. Eski bir konak gibi çatırdaya çatırdaya yıkılırsın. Sarmaşıklar kaplamıştır ahşabı, kurt yemiştir.
Umut ile korku birlikte dinlenir serin avlularında.
Kırık cam şişeler, sahabe mezarları, peygamber kabirleri, yükselen baraj suyu, sarp yokuşlar, kayalar terk edilmiş, sürgünde arzular... Taş kiliseler, yeraltı şehirleri... Bin yıldır yuvarlanan taşlar... Bir şehrin baştan aşağı duvarla örülen yazgısından geçip yükselen dualara amin dersin. Kadim kentler, ölü denizlerin kımıltısız yarınlarında...
Boz ovalarda sonsuzluğun ilk ışıltıları.
Bazen Kudüs, bazen Mardin, Bitlis, Harran. İskenderiye'ye uzanan çöl, bazen Şam'ın arka sokakları, Mekke'nin uğultulu tünelleri... Bazen de Saraybosna'daki film festivalinin kırık kalpli logosu, bir türlü dağılmayan Makedon bulutları, Ege'nin Limni adasında bir sürgün veli...
Sonra... Sarp kapısından ötesi, Kafkas arılarının meçhul akıbeti gibi Bakü'nün, Erivan'ın sönmeyen ateşi... Harlanan kederler... Bartın'da bir mağara... Erciyes'in esenliği, Maraş türküleri, Amasya'da beş yıldızlı bir kır düğünü, Kommagene mağaraları, kamyonete doluşmuş kalabalıklar, bazen de Akdeniz'de gemilere, botlara...
Çölleri yalın ayak yürüyen kadınlar ve kucaklarında bebekleri... Halep'de tehcir günlerinde doğmuş bir bebeğin Sao Polo'da devam eden sürgün ömrü... İç savaşlardan kaçan kalabalıklar, mevsimlik işçiler... Duvar önlerinde, geçiş noktalarında görevlilere direnenler... Alınlar terli, eller iltihaplı, nasır tutmuş hayaller...
Seddü'l Bahir'in toprağında gözleri açık şahitler... Adım başı Meçhul Asker anıtları... Persepolis'in tüm dünya olduğu günlerden şimdiye... İsfahan'daki kırk sütunlu sarayın su ve gökle oynadığı semavi oyun. Divriği caminin taşlarında geometrik biçimli hakikat izleri...
Haksızlığa direnirken üzerlerine ateş açılan masum kitleler... İstif halinde yığılıyor üst üste vücutlar. Kimi taşınıyor sedyeyle morglara. Kimi ev yıkmaya gelen buldozeri durdurmak için ezilip ölüyor, cenazesini binlerce kişinin sahiplendiği...
Uçsuz bucaksız ufukta yüzlerce dikilitaşa rastlarsın bazen. Dünyanın bütün saatlerinin durduğu yerdesindir. Harabeler arasında dolaşırken, bombardıman jetleri uçar tepende. Etrafında kümbetler. Kimi zirvelerde nemrutlar, yorgun tanrılar. Yüzleri bumburuş ihtiyar adamlar sana çay ikram eder.
Tefekkürden yorgun düşmüş yüzlere bakarken toprakta isimsiz kemikler...
Volkanik bir çanak gibi alçalır güneş. Avuçlar bir birleşir, bir birleşmez. Geçici baharlar, emanet yazlar... Her daim şiirdir Ortadoğu.
Celal ile cemalin birleştiği kamil bir ses bırakır işiten yarenlere. Sevdiğine yetişecek derman kalmamışken ayaklarında, ellerinde... İkişer kez hepsiyle son yazdırır. “Sevgilim” dersin... “Biraz daha buluşsak. Bu kış havalar çok sert.” Böyle yazdırmıştı bana yıllar evvel. Bu toprakların mayasına: Şahitlerine, ozanlarına, efsanelerine, inançlarına, tapınaklarına, mezar taşlarına, dağ zirvelerine, kaya mezarlarına, isimsiz azizlerine, sadık rüyalarına, kan ve gözyaşı pınarlarına... Ruhuna, ruhaniyetine... Bir anma, bir ağıt niyetine.. Bu toprakların... Onca gezdikten sonra doğuda batıda... Paralellerle meridyenlerin üzerinden seke atlaya... Yazdırmıştı 'Ateş ve Bahçe' romanını.
Haşmet Babaoğlu, Selahattin Yusuf ve İsmail Kılıçarslan'ın bu sezon yeniden başlayan 'Bize müsaade' programında, bir ara işitiverdim. Ortadoğu'nun metafiziğinden bahsediyorlardı. Neydi sahi bu? Nasıl bir ruh, neyin mayası, nasıl bir simyevi bileşimdi buraların bir türlü kurutulamayan can suyu?
Bunca iç çatışmaya, bunca nefret tohumuna, bunca örgütlü yalan dolana rağmen, nereye gidiyordu bu kadar masumiyetin kanı? Musa'dır diyerek Firavun'un katlettirdiği her bebeğin kanı Musa'nın canına nasıl can katıyordu?.. Biraz bu soruların her saat başı değişen cevaplarını vermek, biraz da yeni sorulara eşlik etmek, bu toprakları mayalayan kesintisiz aşkın iç yüzüne yaklaşmak için... Bu kanlı günlerde bir yol niyetine bu yazı...
Geceleyin güvenli bir ağaç kovuğuna sığınıp uzaydaki süt nehirlerine bakarsın Ortadoğu'da. Siyah maddenin, kara deliklerin, sönmüş yıldızların ardında kendiliğinden parıldayan gerçeğin kabuğuna dokunursun. Alemlerin doğal ışığında suyu toprağı alırsın ellerinin arasına. Islak, kumlu. Bir bakmışsın iki elinle yoğurduğun sevgilinin yüzü. O'nun yüzü. Sonra gün doğar.
Bırakılan her boşluğa sığan bir isim.
Anlamına bir türlü kavuşamadığın.
Suyun önünde toplaşmaktadır yine kalabalıklar. Kimler atıldıysa senden önce bu azgın sulara, her biri servetinden bir parça bırakmış dipte. Öylesine kaynıyor bataklıklar. Sorarsın: “Bir kaçak yolcuyum parmak hesabıyla. Beni indirecek kim var?”
** Leyla İpekçi / Yeni Şafak