Geçenlerde Kemal Burkay ile yapılan bir televizyon söyleşisini izledim. Sâkin üslûbuyla kendisini dinleten Sayın Burkay, Kürt Sorunu ile âlâkalı değerlendirmelerini ve çözüm önerilerini çok berrak bir biçimde ortaya koydu. Hülâsa edilecek olursa Kemal Burkay; PKK terörünü kesin bir dille reddediyor; tek metodun siyâsal metod olduğunu; çözümün ise federatif bir yapıya geçişle mümkün olabileceğini vurguluyordu. Elbette federatif çözümü kişisel olarak onaylamıyorum. Ama, Sayın Burkay'ı dinlerken, son seçimden %13'lük bir destek ve 80 milletvekili çıkaran HDP'nin yükselen PKK terörü karşısındaki aczi ve savrulmalarını düşündüm ve içimden "keşke bugün Sayın Demirtaş yerine Sayın Burkay olsaydı” diye geçirdim.
Kemal Burkay'ın konuşmalarının bir başka etkisi daha oldu. Beni, HDP kadrolarının samimiyeti hakkında başından beri beslediğim şüpheyi derinleştirdi. Çünkü, Kürt hareketinin içinden gelen bir Kürt konuşuyordu.
Söyleme bakıldığında PKK Hareketi'nin amaçları konusunda, baştan beri bir savrukluk olduğu çok kolay anlaşılabilir. Önce bağımsızlık ve kopuş; daha sonra bunun reddi arasında bir savrulma bu. Bu belirsizlik durumunun; PKK ve artık emin olabileceğimiz üzere HDP kadroları arasında kronik bir siyâsal şizofreniye dönüştüğünü söyleyebiliriz. Bu sıkışmışlık arasında bulabildikleri çözüm, kendilerinin de ne olduğunu çok iyi bildiklerini sanmadığım “demokratik özerklik” teklifi. Meselâ kendilerine “demokratik olmayan özerklik nedir? Demokratik ve demokratik olmayan özerklik arasındaki fark, insanlığın târihsel tecrübesindeki karşılıkları itibarıyla nedir?” gibi sorular sorsak, muhtemelen bilgisizlik ve yüzeysellik kokan cevapların dışında elde edebileceğimiz bir şey olmaz.
Daha önce de yazdığım gibi PKK ve HDP'ye sinmiş, asla Marksist olmayan (Marx eminim ki bunları sopayla kovalardı) ama Leninist-Wilsonist ve Stalinist kodlar bir türlü çözülüp izâle edilemiyor. Bu acı kokteylin tuhaf eğretilemeleriyle düşünüyorlar. Aslında düşünmüyorlar; sadece bu ezberlere sığınıp tepki veriyorlar. Aslında bir şeye inanmıyorlar. Çünkü inanç kendisine her zaman çok saf ve sade bir dil bulur. Meselâ Kemal Burkay, sâde ve berrak üslûbuyla; katılmayabiliriz ama bir şeye inanarak konuşuyor.
İşte HDP'de olmayan bu. Söylemleriyle, iç dünyâları arasında tam bir kopukluk var. Artık her zaman olduğundan daha eminim ki, iç dünyâlarında derince bir yerlerde bağımsız bir büyük Kürdistan fantazmasını saklıyorlar. 1990'larda “Milliyetçilik Kürtlerin afyonudur” demiş; çok tepki almıştım. Kürtler bu afyonu çiğnemekte ısrarlılar. Olabilir; ama afyonu bir karışımın içinde gizlemesinler.
Milliyetçi afyonun onlara zerkettiği fantazmaların târihsel olarak gerçekleşmesinin ne kadar zor olduğunu, dünyâya bunu anlatmanın zorluklarını hissediyorlar. Daha beteri bu noktada, çok daha derinde yalnız kalmanın ve bundan sonra olabileceklerin ürpertisi bir kutup rüzgârı gibi içlerinde esiyor. Kendisi gibi olmayanla savaşarak varolmanın bütün avantajlarını kaybederek açığa düşmek. Muhayyel bağımsız bir Kürdistan'da herkes Kürt olacak. Artık ne TC ne de zorba Türk askeri ve polisi var. Ateş etmeye koşullanmış silâhlı Kürdün diğer silâhlı Kürtle başbaşa kaldığı bir dünyâ olacak bu. Bu dünyâda yaşanabilecekleri düşünmek bile istemiyorlar. Olacak olanın, PKK'nın birkaç parçaya ayrılıp birbirine düşmesi olduğunu iyi kötü kestirebiliyorlar. Rojawa grubu versus Botanlılar; Hizbullah versus PKK, Peşmerge versus PKK gibi muhtemel diğer senaryolar bu iç korkuyu arttırıyor. Onları Türkiye'ye karşı cesâretlendiren dış desteklerinin kendilerini ortada bırakabileceklerini; hattâ başkalarını kendilerine karşı kışkırtabileceklerini kestirebiliyorlar. Bu işin sonucunda kan davası ve kardeş katli olacağını hissediyorlar. O zaman siyâsal ihtiraslarını içlerinde bastırıyorlar. Çok çok bunu, içerdiği siyâsal keskinliğin çağrışımlarını törpüleyerek ; "Kürdistan dağları, Mezopotamya'nın çocukları" vb terimlerle romantik terimlerle güzelleyip taşıyıp dışa veriyorlar. İç korkuları onlara "Canım biz zaten ayrılma istemiyoruz ki" dedirtiyor. Kopuş, ayrılıkçılık gibi bedbaht düşünceleri “demokratik özerklik” gibi bir buluşla dengeye getirip rahatlıyorlar. Bir akademisyen HDP'li milletvekili, Rojawa Devrimi'nin Türkiye'nin önünü açacak bir tecrübe olduğunu söyleyebilmişti. Daha sonra , bu tecrübenin altından PKK'nın keyfi yönetimi ve demografik dengeyi değiştirmeye mâtuf ; otokton Türkmen ve Araplara zehir eden bir tür 'Pol Pot'çuluk çıktığını gördük.
Türkiyesiz olmayacağını bilmek onları kahrediyor. Daha da bileniyorlar. İçine girdikleri fâsit bir dâire bu. Her öldürdükleri asker ve poliste, Türkiyesiz olamama kaderini öldürmeye çalışıyorlar. Türkiyelileşmek taktiğini de bir tarafıyla artık başka türlü okuyorum: Bu, Türklerin biraz Kürtleştiği, Kürtlerin ise biraz Türkleştiği , kompleksiz, spontan bir kültürel harmanlanmayı normalleştiren saf ve iyiniyetli bir doğrultuyu ifâde etmiyor. Tam tersine demografik hareketlerle Batı'ya göçen Kürtleri bu dönüşümden alıkoymak ve Batılı Kürtlerle otokton Kürtlerin bağını sağlamlaştırmak. Yâni zâten Türkiyelileşen Kürtlerin önünü almak. Aklı başında olduğunu sandığım bir HDP milletvekilinin ;”Batı'daki Kürtlere uygulanan soft asimilasyonu istemiyoruz” demesini hayretle izlemiştim.
Toplumların târihinde iç çatışma istenmese de olur; ama bunun üstesinden gelmek, çatışan tarafların kafa berraklığıdır. En berbat çatışma, kafası karışıkların da aktör olduğu çatışmalardır.
** Süleyman Seyfi Öğün / Yeni Şafak