Şehrin sahip olduğu iyi ve güzel birikimleri benimseyerek huzura hizmet edebilen her insana saygımız vardır, başımızın tacıdırlar.
-1-
Sur ilçesi şehrin ilk yerleşim yeri olduğundan şehrin nabzı hep bu ilçede atmıştı. 1914-1918 Ermeni meselesinde şehirdeki Gayri Müslimlerin (Gâvur Mahallesi) yaşadığı mahalleler boşaltılmış ve bu şehrin çocukları göçe zorlanmıştı. Yerlerine çevre illerden Ermeni mezalimiyle karşılaşan topluluklar gelmişti. Daha sonraki yıllarda da buralarda yaşanamayacağını gören Ermeniler, Süryaniler, Kêldâniler, Yahudiler ve diğer azınlıklar birer birer şehri terk etmek durumunda kalmıştılar…
1960’lı Yıllarda, traktörün köylere girmesiyle, köyden şehire bir göç dalgası yaşanmış ve büyükşehirlere gidemeyen aileler önce şehrin kenar semtlerine, sonra bu ilçeye yerleşmiştiler. Tarihi kalıntıların arasında yeni bir hayat inşa etmeye çalışmıştılar…
90’lı Yıllardan sonra ilçelerde ve köylerde başlayan PKK isyanı zorunlu olarak büyük bir göç dalgası oluşturmuştu. Şehre gelen insanlar en ucuz ve yaşanabilir alan olarak bu merkezi tercih etmişlerdi. Tarihi mahallelerde şehir kültürüyle çatışmacı bir özelliğe sahip köy kültürü mahallelere hâkim olmaya başlamıştı. Bu çatışma her ne kadar fiili bir durum arz etmese de herkes tarafından bilinen çok eski “köylü şehirli” çatışmasıydı. Örneğin, eski taş evler buraların yerlileri tarafından satılarak, apartman yapılıyordu, daha fazla kârlılık, daha modern bir gelişme adına kendine bir yer açıyordu. Belediyelerin ihmali ile yepyeni bir yerleşke ortaya çıkıyordu. Taş evlerin yanı başında dikilen apartmanlarla taş evler yaşanılmaz kılınıyordu. Bu evlerin eyvanları aynı zamanda evlerin mahremiydi bu eyvan apartman tarafından ablukaya alınmıştı, mahremiyet gözetlenir olunca rahatsızlık had safhaya varıyordu… Şehrin binlerce yıllık birikimlerini köyden gelen insanlar kolayca kabul etmiyorlardı, hatta bu değerleri anlamakta sıkıntı çekiyorlardı. Şehre gelen göç kaldırılamaz bir büyüklükte olduğu için, çoğunluk tarafından bu şehir kültürü görmezden gelinerek baskın hale geliyordu. Böylesi bir göç dalgası Paris’e yapılmış olsaydı Paris yerle bir olurdu…
Şehrin yerlileri diyebileceğimiz insanlar bu evlerde, mahallelerde, çarşılarda sahip oldukları kültürel birikimi şehre gelen köylülere bir türlü anlatamadılar ve köylüleri ikna edemediler. Ticarette, sanatta, dini ritüellerde, tasavvufi hayatta, gündelik hayatın hemen her alanında köy kültürünün şehir kültürünü galebe çaldığı bir dönem yaşandı. “Dağdan inen bağdakini kovar” sözü bir kez daha doğrulanmaktaydı. Bunun nedenleri ve niçinleri elbette üzerinde düşünülmeye değer ancak tarihin bir akışı vardı ve korunamayan her şey yok oluşla karşılaşıyordu.
Şehrin yerlileri güzelim evleri, sokakları, mahalleleri bırakıp onlarda başka bir şehre, başka bir mahalleye doğru göç yollarına düştüler... Gittikten sonra harabeye dönen yapılarla, derme çatma binalarla yeni bir yaşam alanı oluşmuştu. Yine de tarihe tanıklık eden yapılarla bu ilçe merkezi konumunu hep korumuştu. Kiliseler, hanlar, hamamlar, taş evler, camiler, külliyeler, türbeler, ziyaretler, müzeler, çarşılar, sokaklar hep bu merkezin içinde kalmıştı. Nereye götürülebilirdi ki?
-2-
90’lı Yıllardan sonra çevredeki ilçe ve köylerden yoğun göç alan insanlarla burada yeni bir yaşam alanı oluşmuştu.
2000’lere Girildiği zaman kendisiyle aynı dili konuşan Kürt siyasalı yerel yönetimlerde varlık göstermiş ve kendisine hizmet edecek siyasal bir kanal ortaya çıkmıştı. Velev ki hizmetler ağır aksakta olsa netice itibariyle aynı dilden ve aynı kültürden beslenen bir siyasal oluşum vardı, ‘desteklemeyenler de hainlerdi’, gibi bir anlayış yerleşmeye başladı.
Bu siyasalın dışında kalan bütün her şey yok edilmeyi bekliyordu. Bunun için küçük bir işaret yeterliydi. Nitekim bu işaret 2007 Mart ayında ve daha sonra 6-8 Ekim 2014’te bizzat partinin genel merkezinden verildi. Üç günlük olaylarda yine tarihi mekânlar zarar gördü, evler yakıldı, işyerleri yağmalandı ve sokak gösterileri başlamış oldu. Sur ilçesi ve aynı potansiyeli kısmen taşıyan Bağlar ilçesi ortak tepkilerle legal siyasal partinin ve PKK’nin şehir eylemlerinde ne kadar etkin ve ne kadar hazır olduklarını göstermiş oldular.
Adım adım gelen taleplerle “Özyönetim” adı altında bu ilçelerde ve mahallelerde yepyeni bir yapılanma ortaya çıkmıştı. 2013 Yılında bizzat PKK Başkanlık Konseyi üyesi Cemil Bayık tarafından, ilçelerde ve şehir merkezlerinde eylemsellik içinde bulunabilecek bir yapılanma kuruldu YDG-H (Yurtsever Devrimci Gençlik Hareketi). Bu yapılanma barış zamanında hızla örgütlenerek, kendini yol kesip kimlik sormakla, arama yapmakla, silahlarıyla şehirlerde, ilçelerde boy göstererek kamuoyuna tanıttı. Genç duruşlarıyla, dinamik yapılarıyla barış zamanında savaşa hazır olduklarını her zaman göstererek kitleler üzerinde bir etki yarattılar.
Yine Cemil Bayık’ın 20 Temmuz 2015’ deki "…Halkımız meşru savunma örgütlenmesini ve bilincini de geliştirmeli. Bu sadece askeri güçlerin büyütülmesi temelinde değil, halk olarak meşru savunmasını geliştirmeli. Tüm halkımız silah almalı, bu temelde kendini eğitmeli ve örgütlemeli. DAIŞ ve sömürgeci tüm güçlerin her türlü saldırısına karşı köylerde, kentlerde, mahallelerde yer altı sistemi, tüneller, mevzi sistemi geliştirmeli. Köyünü, kentini mahallelerini terk etmemeli, yaşam olacaksa da kendi topraklarında, ölüm olacaksa da kendi topraklarında olmalı…” talimatlarıyla, en fazla oy alınan yerlerden biri olarak Diyarbakır Sur ilçesinde hareketlenmeler başladı.
Eylül-Ekim ayından itibaren hızlanan çalışmalar Kasımda hendekler kazılarak kurtarılmış mahalleler oluşturulmaya başlandı. Hızı her gün artan bir şekilde silahlı çatışma dönemine girilmiş oldu. Diğer yakın ilçelerde de bu türden hendeklerle silahlı çatışmalar başlatılmış bir yere varılamayacağı anlaşılınca buralardaki güçler Sur ilçesine girmeye başlamıştılar. Tarihi doku ve ilçenin demografik yapısı böyle bir mücadeleye desteğin verileceği ve halkın kalkan olarak kullanılabilmesinin mümkün olduğunu gösteriyordu. Devletin bir katliam yapabileceği varsayımı üzerine en önde kadın ve yaşlılar arkasında çocuklar ve arkasında silahlı gençlerin olduğu bir mahalle yapılanmasına gidilmeye başlandı. Her evin kapısı çalındığında açılacak, gençlerin istedikleri verilecek ve kayıtsız şartsız dedikleri yerine getirilecekti. Sokakları, evleri birbirine bağlayan iç geçitler oluşturularak kolayca hedef olmayarak sokaklarda varlıklarını sürdürmek amaçlanıyordu. Sokağa çıkma yasağıyla birlikte, devletin katliam yapmak istemediği anlaşıldı, olanca tahriklerle bu istenilmesine rağmen devlet bu toplu katliamı yapmadı (yapmıyor inşallah da yapmaz). Sivil halkı cesaretlendirecek eylemler böylece daha çok yapılmaya başlandı.
İlk zamanlarda böylesi bir silahlı hareketten rahatsız olan insanlar evlerini, mahallelerini terk etmek durumunda kaldılar, çünkü destek verilmeyen her ev hain olarak nitelendiriliyor ve cezalandırılıyordu. Mahallelerde diledikleri gibi hareket eden gençler kendilerine hedefler arıyor ve bu hedefleri silahlı mücadeleyi desteklemeyenlerden seçiyordu. Polisle girilen çatışmaların dışında mahallelerde de kendilerine karşı olabilecek insanlara karşı şiddetlerini gösterebiliyordular.
Bu gençlerin tamamı sıkı ideolojik ve silahlı eğitimden geçen gençler değildi; mahallelerde itibarsızlaşan, işsiz, okumayan, çalışmayan, hırsızlık yapan, esrarkeş olan gençlerde kendilerine yer bulabildiği bir ortam oluşmuştu. Bu kesimi ikna etmek bir açıdan çok kolaydı, zaten küskün ve kızgın oldukları bir düzen vardı, alabildiğine pohpohlayarak bu düzenin böylece değişebileceğini ve yeni bir hayat kurulabileceğinin imkânsız olmadığını anlatmak kolay oluyordu. Eline silahı alan kendisine yaşam alanı bırakmayan bir topluma karşı aynı zamanda isyan da ediyordu.
Hendekler ve çatışmalar yoğunlaştıkça mahalledeki insanların da hayatları tehlikeye girmeye ve ilçe yoğun göç vermeye başlıyordu, artık göç edenler bu gençlere destek veren ailelerdi. Uzatılan mikrofon kime aitse ona göre bir konuşma başlıyordu. Şahsen konuştuğum 4-5 insan ise bu durumun kabul edilemeyeceğini, huzurun bozulmasını isteyen bir avuç gencin olduğunu herkesin bu gençlerin elindeki silahtan çekindiğini bu nedenle göz yumduklarını anlatıyordu… Zaten göçlerden yorulan ilçe sakinleri bildiği ve ezber ettiği kelimeleri her olayda yerli yersiz kullanıyordu: “Devlet yaptı” neden yaptı, durduk yerde devlet neden sokaklara müdahale eder, gibi soruların cevabı verilemiyordu. Oysa silahlı göstericilerin olmadığı yerlere devlet müdahale etmiyordu, çünkü halkı tehdit eden bir güç yoktu. Bu güç istediği kadar meşruiyetini halktan alsın halka gösterilmesini hiçbir devlet kabul edemezdi. Eğer ederse zaten devlet olma vasfını yitirmişti.
Buradaki silahlı gençlere izin verilip kendi istedikleri hâkimiyet alanlarında yaşanmasına devletin ses çıkarmaması gerektiğini savunanlar varsa, tekrar tekrar “devlet” kavramına bakmaları ve bir devletin sınırları içinde başka silahlı güçlerin yaşamasının mümkün olup olmadığını bir öğrenmeleri gerekir. Böyle bir talep dolaylı olarak iç savaş demektir. Siyasal partiler bu gençlerin ağabeylerine karşı kafa tutamadıkları gibi bu gençlere de kafa tutamayarak onları savunma refleksi gösteriyorlar ve dengesiz bir siyaset izliyorlar.
Eğer bu gençlerin silahlanmalarına sessiz kalınacaksa, her silahlı grup istediği bölgede istediği şekilde bir yönetim tarzı kurabilir, gibi bir sonucu da kabul etmeleri gerekir. Yarın öbür gün potansiyel olarak her türlü çatışmaya hazır gruplar ve yine gençlik örgütlenmeleri ortaya çıkıpta “bu mahalle sizin değil bizimdir” derse ne olacak? Veya başka bir mahallede kendi özyönetimlerini ilan ederlerse ne olacak? Bölünmüş mahallelerdeki yönetimlerin farklılaşması insanların daha çok özgürleşmesine mi yarayacak yoksa köleleşmesini mi sağlayacak? İnsanlar bu ergen gençlerin yönetiminde mi daha huzurlu olacaklar? Hayatı boyunca bir insanı yönetmemiş ve sorumluluk almamış, toplum yönetmenin sadece stalinist bir diktatoryadan ibaret sanan gençlerle mi toplum yol alacak? Bir toplumun özgürleşmesi yalnızca elinde silah olan gruplarla mümkün olacaksa o toplum zaten köleleşmiştir…
Bugün artık her şeyin konuşulabildiği, tartışılabildiği bir Türkiye vardır. Her türlü meseleler silaha başvurmadan konuşulmaktadır; bunu görmek istemeyen zaten göremiyor, kendi gündelik hayatına bir bakabilse, geçmiş dönemlerle bir kıyaslayabilse ne büyük bir dönüşüm içinde olunduğu görülebilecekti.
Silahı halkın üzerinde anlaştığı ve adına devlet dediği organın kullanması şartıyla o toplum kendi güvenliğini sağlayabilir (Sürekli olarak yeni bir anayasa önerisi aynı zamanda herkesin üzerinde mutabık olduğu yeni bir toplumsal sözleşme ve devlet yapısının tanzimi için gerekliydi). Üzerinde anlaşılan bir devlet yapısı dışında silah kullanılması iç savaşa davetiyedir.
Bunu isteyenler olabilir, Allah onları doğru yola hidayet etsin.
-3-
UNESCO Dünya kültür mirası listesine giren Diyarbakır’daki Şeyh Mutahhar Camiî’nin dört ayaklı minaresi (Akkoyunlar dönemi-M.1500), çıkan çatışmalarda kurşunlarla ayakları zedelenmiş ve tarihi yapıların çatışmalarda nasıl zarar gördüğü bir kez daha ortaya çıkmıştı. Bu duruma dikkati çekmek için bir basın açıklaması yapan Baro Başkanı, merhum Tahir Elçi, dikkatini çekmek istediği çatışmanın ortasında kalmış ve serseri bir mermiyle dört ayaklı minarenin ayakları yanında vurulmuştu. Olaydan hemen sonra olay yeri incelemesi yapmak isteyen savcılara karşı da hendeklerden ateş edilerek olay yeri incelemesine izin verilmemişti. Sonraki gün sabah saatlerinde de olay yerinde inceleme yapmak isteyenlere ateş açılmış ve Elçi’yi hangi serseri kurşunun öldürdüğü bulunamamıştı…
Bu olaydan iki hafta sonra da Fatih Paşa(Kurşunlu) Cami (1517) çatışmalarda ateş almış ve yanmaya başlamıştı. Yangını söndürmek üzere camiye giden itfaiyeye yine hendeklerden ateş açılmış ve yangının söndürülmesi istenmemişti…
Ortak bir tarihe düşman, nerdeyse bu tarihi yapıları gördüğü zaman nefreti daha fazla artan bir güruhun olduğunu yakinen biliyoruz. İslami değerlerden nefret eden ve ellerinden gelse Ulu Camiyi (M.Ö 2.500) cafe yapacak denli bir tarih düşmanlığı tesadüfî değil. Milliyetçi öğelerle beslenen her grubun kendisinin dışındaki diğer öğelere karşı düşmanca bir tutum içinde olması anlaşılır bir şey. Semboller, tarihi yapılar, tarihi eserler, uzun bir zamana damga vurmuş isimler geçmişe ait olan her ne varsa kendisine yakın hissetmiyorsa buna karşı bir düşmanca tutum geliştirilmekte. İdeolojik milliyetçiliğin kahredici baskısı burada başlamakta. Özellikle son zamanlarda camilere saldırı(?) şeklinde ortaya çıkan durumlar umut ederiz ki bilerek yapılmış işlerden değil, zira bu topraklardaki İslam renginin silinmesine hiçbir Müslümanın tahammülü yoktur.
Suriyelileşme merakı içinde olan ergen gençlerin kazdıkları hendeklerle, yaptıkları açıklamalarla, önlerine katmak istedikleri ve kalkan olarak gördükleri sivil insanlarla, devrimci halk savaşı içinde olduklarını belirtmeleriyle böylesine bir niyet açıkça belirtilmişti.
Silahlı çatışmanın olduğu her yerde tarihi eserler de doğa da ve elbette insan da zarar görecekti. Bu bilinmeyen bir durum değil, aksine bile bile tercih edilen bir yöntem. PKK Kendi hâkimiyet alanını oluşturmak istiyor, bunun için kaç insanın öleceğini bilmiyoruz.
Şükürler olsun ki insanlarımız yanı başımızda iç savaş yaşayan ülkelerin ne hale girdiklerini yakinen görmekteler, sağduyularıyla böylesine bir çılgınlığa sanıldığı kadar rağbet etmemekteler. Gece gündüz halkı sokaklara, hendeklere çağıran siyasilere itibar etmemektedirler. Bu siyaset tarzı artık iflas etmiştir. Bir tek insanın ölümüne neden olacak siyaset biçimi bu topraklarda yavaş yavaş bitmektedir ve bitmelidir de.
Yıkılan binalar yapılabilir, sokaklar, mahalleler tekrardan yaşam alanına dönüştürülebilir fakat bu kadar anlamsız bir çatışma sırasında ölen insanlar tekrar geri gelmeyecektir. Buna değer miydi, diye soracak insanlar çoğaldıkça bu ölümleri durdurabiliriz, aksi halde hiç kimsenin rahat etmediği ama bir avuç zenginin memnun olduğu bir savaşa doğru sürüklenebiliriz, Allah korusun.
* Cihat Akyürekli - Fikir Zemini