erotik shop
Bugun...


Roger Garaudy: ''Geleceğimizin şekillenmesi şu andaki hayatımızın amaçlarına bağlıdır''
Uzun yıllar hakikati aradıktan sonra Müslüman olan Roger Garaudy 14 haziran 2012 tarihinde vefat etti. Düşünceleri kadar eylemleri ile de öne çıkan Garaudy’nin düşünceleri Batı’da olduğu gibi Türkiye’de de çeşitli tartışmalara sebep oldu. Uzun ve yorucu düşünme, araştırma ve diyalogdan sonra bütün inançlar, felsefeler ve fikirler arasından kendine özgü bir sentez oluşturmaya çabalamasının eleştirilecek veya olumlanacak pek çok yönü var. Garaudy hem akıl, hem duygu yönü kuvvetli bir şahsiyet...

facebook-paylas
Tarih: 24-06-2016 01:48
Roger Garaudy: ''Geleceğimizin şekillenmesi şu andaki hayatımızın amaçlarına  bağlıdır''
+ -

Uzun yıllar hakikati aradıktan sonra Müslüman olan Roger Garaudy 14 haziran 2012 tarihinde vefat etti. Düşünceleri kadar eylemleri ile de öne çıkan Garaudy’nin düşünceleri Batı’da olduğu gibi Türkiye’de de çeşitli tartışmalara sebep oldu. Uzun ve yorucu düşünme, araştırma ve diyalogdan sonra bütün inançlar, felsefeler ve fikirler arasından kendine özgü bir sentez oluşturmaya çabalamasının eleştirilecek veya olumlanacak pek çok yönü var. Garaudy hem akıl, hem duygu yönü kuvvetli bir şahsiyet. En çok araştırdığı, aklı olduğu kadar vicdanı da doyuran bir noktaya ulaşmak. Bu Fransız düşünürü, dünya kültür çevrelerinde ve hususiyle Batıda kuvvetli bir fikir akımını temsil ediyor. Düşünce ve felsefe ile ilgilendiği kadar edebiyat ve siyasetle de ilgilenmesi onun metinlerinin şiirsel bir boyut kazanmasını sağlamıştır. Ona göre İslam ve Batı arasındaki diyalog, şayet Avrupalılar sömürgecilik çağlarındaki tutumlarını değiştirmezlerse, çıkmaza girmeye mahkum. Diğer taraftan 'Yaşayanlara Çağrı' ve 'Batı Terörü' kitabı başta olmak üzere Batı tipi gelişmenin, insanın, insanî boyutlarını budadığını, onu izah yüceliğinden uzaklaştırdığını ve onda cemaat halinde yaşama düşüncesini öldürdüğünü belirten Garaudy, bu büyüme modelinin ilim ve teknik ile hikmet arasına yüksek bir duvar ördüğünün altını çizer. Batı tipi ilerleme, emperyalizmi, savaşları ve öldürücü içsel krizleri doğuran kapitalizm ile halkına işkence eden ve Batı dışı dünyayı sömüren korkunç bir hâkimiyet ve silahlanma yarışına giren reel sosyalizmde somutlaşıyordu. Gerçeğin peşine düşmüş biri olarak Garaudy’nin düşüncelerini açıklamış olduğu farklı söyleşilerden oluşturulan aşağıdaki metin onun düşüncelerini anlamak bakımından önemlidir. Onun Müslüman oluşundan Siyonizm konusundaki düşüncelerinden dolayı yalnızlaştırılmasına, Batıya bakışından Kur’ân anlayışına kadar pek çok meseleye değinen bu söyleşinin aynı zamanda Garaudy’nin bütün yaklaşımlarını özetlediği de düşünülebilir. (Umran dergisi)

Müslüman okuyucu, İslâm’a giren bir şahsın, iman hikâyesini dinlemek ister. İman yolculuğunuzu anlatmak ister misiniz?

Ben, 1933 yılında Fransız Komünist Partisi Genel İdare Kurulu üyesi olduğum sırada, aynı zamanda Protestan Gençlik Teşkilatı başkanı idim. Doğrusu ben doğuştan Hıristiyan değildim. Annem de babam da dinsiz idiler. Onların-dinsizliği komünizm veya başka bir cereyanla olan ilişkilerinden ileri gelmiyordu. Onlar atalarının tesirinde olan Hıristiyanlardan idiler. İşte bundan ötürü, hayatımda iki defa mühim tercihim olduğunu söylüyorum. 1933’te Avrupa, büyük bir iktisadî buhrana girdi. Bu kriz 1939’a kadar devam etti. Tam bu sırada Hitler’in yıldızı parlamıştı. Hayatımın ilk dinî tercihini o zaman seçmem, dünyanın sonunun geldiğine inanılan o sırada, hayatıma bir mana vermek için idi. Komünizm ise, kapitalizmin buhranından çıkmak için tek alternatif olarak görünüyordu. Aynı zamanda komünizm, o vakit, Hitler’e Naziliğe karşı en güçlü bir mukavemet cephesi teşkil ediyordu. Ve zaten Fransa’daki kalem sahiplerinin, sanat adamlarının ve üniversite öğretim üyelerinin, “Nobel ödülü” kazanmış olanların çoğu, ya bizzat komünist partisi üyesi, veya komünistlerin dostları idiler. O zamanki şartlarda, üç yıllık hapse mahkûm edildim. 1940 Eylülünde mareşal “Petain” ve “Fişi” hükümeti tarafından tutuklandım. 2. Dünya Savaşının sonuna kadar, Cezayir sahrasında (Celfa) denilen bölgede bir askerî kışlada tutuklu kaldım. Orada, gerçekten garip bir hâdise oldu. Ben, hapishanede bir isyana liderlik etmiştim. Oranın Fransız komutanı çok hızlı bir muhakeme ile idamıma hüküm verdirmişti. Bu hükmü infaz etmeyi de, Cezayirli Müslüman askerlere emretmişti. Onlar ateş etmeyi reddedince, şaşırıp kaldım. Arapça bilmediğimden, ilkin bunun sebebini anlayamadım. Daha sonra, Fransız ordusundaki Cezayirli bir teğmenden öğrendim ki, Müslüman askerin şerefi, silahsız bir adama ateş etmeye mani olduğundan onlar bu emri yerine getirmemişler. Bu hâdise, bana İslâm’la tanışma imkânı vermiş ve Sorbon’da on yıllık tahsilimde öğrendiğimden daha mühim şeyler öğretmişti. Serbest bırakılınca, bir sene Cezayir’de kaldım. Bu ikametim sırasında, hayalimde belki de en mühim bir tesir bırakan büyük bir zatla karşılaştım. Bu zat Cezayirli Müslüman Alimler Birliği’nin başkanı Şeyh Beşîr el-İbranimî idi. En Büyük Cihad (el-Cihadu’l- Efdal) kitabının yazarı (Ammâr Evzican) ile beraber, onu ziyarete gittim. Şeyh İbrahimî’nin bulunduğu yerde heybetli bir adamın büyükçe bir resmini gördüm. Bu resmin, Fransa’nın düşmanı, büyük kahraman ve muttaki bir şahsiyet olan Cezayirli “Emir Abdülkadir’e” ait olduğunu öğrendim. Şeyh Beşir’in açıklamasından onun hakkında ilk olarak duyduğum şeyleri öğrenince onun, 19. asrın en büyük kahramanlarından biri olduğunu anladım. (Emir Abdülkadir 1808-1883 arasında yaşamış, bilhassa 1832- 1847 arasında Fransızlara karşı savaşmış, Şam’da vefat etmiştir.) Şeyh İbrahimî’nin bu dersi de, benim, İslâm ile ikinci karşılaşmam oluyordu. Sonra Fransa’ya döndüm. Üçüncü buluşmam Cezayir savaşının başlarında oldu. Herkesçe bilindiği üzere, Fransa hükümetinin propogandasının zıddına bir tavır aldım. General Pico gibi savaş generallerinin uyguladıkları çok çirkin icraatları, yayın yolu ile teşhir ettim. İslâm’la son ve en uzun buluşmam ise 1968’de başladı. Bu da umumî olarak, Avrupa’nın bilhassa Fransa’nın politikasında görülen ilk değişiklik alâmeti ile başladı. Tabiatıyla, değişiklik birden bire olmamıştı. Bu değişiklik, bilhassa öğrencilerin ve İşçilerin fikirleriyle ilgili olduğundan, hayli tesirli olmuştu. O sırada, ben üniversitede profesör idim; ama, öğrencilerden ve İşçilerden çok şey öğrendim. Öğrendiğim şeylerin hülâsası şudur: Bazı organizasyonlar, başarılı olmaları halinde, başarısız olmalarından daha çok zararlı olabilirler. Bunların başında Batı tipi kalkınma gelir. Bu ister emperyalizm, savaş ve öldürücü dâhili buhranlar üreten kapitalizm; ister halkına işkence uygulayan, üçüncü dünyayı sömüren ve korkunç bir silahlanma ve nüfuz yarışına giren sosyalizm tarafından ifade edilsin, fark etmez. Zira Sovyet Rusya da aynı modeli benimsemektedir. Stalin’in ve ondan sonra Kruschceffin, kapitalizme ulaşıp onu geçmenin mecburî olduğunu dile getiren sloganlarını hatırlayalım. Bu tip gelişmeler ile, sosyalist bir idare kurmanın da imkânsız olduğuna dair İnancımı açıkladım. Sovyetler Birliği’nin, asla sosyalist sayılamayacağını dile getirdim. Sosyalizmin, dünyanın hiçbir yerinde bulunmadığını söyledim. Bunun üzerine derhal Komünist Partisi’nden kovuldum. Bu iş, bundan on üç sene önce, yani 1970’de olmuştu. Sonra (UNESCO) yetkilisiyle yardımlaşmak sayesinde “Medeniyetlerin Diyalogu İçin Milletlerarası Enstitü” adlı bir merkez kurdum. Bu enstitünün gayesi, Batılı olmayan ülkelerin, dünya kültüründeki rolünü ortaya koymaktır. Batı insanındaki üstünlük kompleksinden, daha doğrusu bir vehimden kaynaklanan monologun, hep kendisinin konuşmasının, böylece duracağını düşünüyorduk. Ferdiyetçiliği yücelten, insanın insanî boyutlarını güdükleştiren, ruh ulviyetinden uzaklaştıran, beraberce yaşama, düşüncesini Öldüren, ilim ve teknikle hikmet arasına set çeken Batı medeniyetinin... Evet böyle bir medeniyetin kendi kendisini tükettiğini, insanlığın ona muhtaç olmadığını ispatlayan birçok kitap yazdım. Bir süre önce Batı kültür ve medeniyetinde, Batılı olmayanların paylarının olmadığı İddiasını çürüten müteaddit kitaplar yayınladım. İslâm’ın Vadettikleri ile İslâm ve İnsanlığın Geleceği isimli kitaplar da bunlar arasındadır.

Kararlılık geniş bilgi ve derin kavrayış gücü imana giden yolu kısaltabilir. Fakat bunun İçin, bir de ruhun ve kalbin, heyecan ve sevinçle kanatlanması gerekir. Hayatınızın bu önemli safhasını ayrıntılarıyla ifade edebilir misiniz?

Katolik Kilisesinin, Filistin meselesindeki tutumunun içyüzüne vâkıf olduktan sonra, bu yola girdim. Din derslerinde çocuklara “İncil”in öğretimi Siyonist propagandasına göre şekillenmiş. Meselâ, Allah’ın, Hz. İbrahim’e yaptığı bir vade binaen, Filistin’in Yahudilere ait olduğu intibaını uyandırıyorlar. Bu da, Yahudilerin, Hıristiyan eğitim ve öğretimine ne derece nüfuz ettiğini göstermektedir. İsrail’in Lübnan’a yaptığı istilânın ilk günlerinde, Le Monde gazetesinde uzun bir makale yayınlayarak, Siyonizm’i takbih ettiğimi açıkladım. Bunun neticesinde hem ben, hem de Le Monde gazetesinin yazı işleri müdürü Yahudi aleyhtarı olarak itham edildik. Oysa, tamamen aksine Siyonizm, din olarak Yahudilikten çıkmış değildir. O, 18. yüzyılda Avrupa’da, ırkçılık ve milliyetçilik atmosferinin hâkim olmasının sonucudur. Siyasi Siyonizm’i kuran Theodor Herzl dindar değildi. Bilakis dinsizdi. İncil’i, sadece iddialarını kuvvetlendirmek için kullanmıştır. Her neyse.. Beni Yahudi düşmanlığı ile itham ettiler. Burada fırsattan istifade, Müslüman refikam Selma Nureddin ile karşılaşmama da işaret edeyim. İslâm ve İnsanlığın Geleceği kitabımla ilgili olarak Cenevre’ye konferans vermeye davet edildiğim zaman, Avrupa muhiti içinde canlı bir İslâm tablosu gördüm. Gerçi Cezayir, Fas, Endonezya, Mısır ve Irak gibi Müslüman ülkeleri gezmiştim. Bilhassa Cezayir’deki ikametim, bana hayli tesir etmişti. Fakat Müslümanlarla, beşerî münasebetlerim pek olmamıştı.

Hayatınızı işgal eden fikrî merakınızın ne olduğunu sormak münasip olur zannediyorum. Allah, sizi İslâm’a yönelttikten sonra bu merakınızı nasıl tatmin ettiniz? 

Şahsî tecrübemin ışığında fikrimi söyleyecek olursam; diyebilirim ki, benim en çok peşinde olduğum şey, akıl İle vicdanın bütünleştiği ve buluştuğu noktaya ulaşmaktı. Üstün sanat ve şiirle toplum hakkındaki inançlarımı dile getirmek istiyordum. Allah’a şükürler olsun ki, İslâm sayesinde, onları birleştirme imkânı bana nasip oldu. Dünyamızdaki hâdiseler başıboş, kör dövüşü içinde, nihayetsiz bir çokluk ve şiddete dayandığı zannedildiği halde, Kur’ân-ı Kerim, kâinatı ve insanlığı bir vahdet telâkki etmemizi öğretiyor. İnsana, kendi hayatına mânâ kazandıracak bir rol veriyor. Allah’ı unutmak, bizi, harici tesadüflere ve zaruretlere boyun eğen, değersiz köle haline getirdiği halde, namazda Allah’ı anmak, bizi merkezimiz ve orijinimiz konusunda şuurlandırıyor. Kur’ân-ı Kerim, bizi her varlıkta ve her hâdisede, Yaratıcıya bir işaret bulmaya çağırıyor. Onlarda tabiatı, insan toplumunu ve beşer ruhunu yöneten üstün nizama alâmetler bulmamızı istiyor. Zaten dinin esas mahiyeti de, kaynağını Allah’ta bulan ve yine O’na dönecek olan, ahenk ve vahdeti hissetmektir. İnsanı insan eden, ilahî maksatları gerçekleştirmesidir. Allah’a verdiği sözünde durmak veya onu bozmak, insanın kendi elindedir. Hayvanlar ve nebatlar, zaten içinde idare edildikleri kanunların dışına çıkamazlar. Ama, yalnız insandır ki iradesiyle hareket eder. Yani kâinatta hüküm süren vahdeti ve hayata mana veren ahengi anlayınca, hür bir karar ve tam bir seçme ile Müslüman olabilir. İnsan, ilahî iradeye teslim olmadığı veya onu reddettiği zaman, akibetinden tamamen mesuldür. Allah her millete Zatına ve ilk dine çağıran, Hz. İbrahim, Hz. Musa, Hz. İsa ve nice benzerleri olan peygamberler göndermiştir. Özünde aynı olan bütün bu risaletler, nihaî kemaline, ebedî risaleti getiren Hz. Muhammed ile ulaşmıştır. Kâmil akıl, sadece bir sebeple öbür sebep arasında alâka kuran değil, her şeyi en yüce gayesine ircâ etmek için, bir gayeden öbür. gayeye yükselebilen akıldır. İşte bu akıl, vahiy ile çatışmaz, bilakis onunla aydınlanır.

UNESCO’nun Paris’te düzenlediği ve sizin de “İslâm, Batı’nın istikbaline hâkim olabilir mi?” adlı bir tebliğle katıldığınız kongrede, insanlık tarihinin vahdet açısından okunabileceğini, Hz. İbrahim, Hz. İsa ve Hz. Muhammed”in birbirlerini tamamladıklarını söylediniz. Bu fikrinizi biraz açıklar mısınız?

Bana göre bu tekâmül, birtakım tarîhî halkalardan, ibarettir. Muayyen bir tarihî merhalede gönderilmiş olan her peygamber, kendisinden sonra gelecek olana zemin hazırlamıştır. Neticede bu semavî dinler, Hz. Muhammed’in getirdiği son ve kâmil risaletle noktalanmıştır. Bu risalet, Kur’ân-ı Kerim’in nuzulü ile tamamlanmıştır. Kur’an da buna temas etmekte ve geçen bütün peygamberleri müslüman olarak vasıflandırmaktadır. Kendinden önceki dinleri tasdik eden tek din İslâm’dır. Allah’ın Resulü Hz. Muhammed, hadislerinde yeni bir inanç getirdiğini bildirmedi. Fakat, atamız Hz. İbrahim’in dinini hatırlatmak ve ihya etmek için geldiğini söyledi. O peygamberlerin talimatlarının tahrif edildiğini bildirdi. Tahrif, Yahudilikle başlamıştır. Henüz basılmamış olan “İsrail Dosyası” adlı kitabım, bu (bozma) işinin, Babil’den döndükten sonra başladığını ispatlayan tarihi belgeler ihtiva ediyor. Hıristiyanlıkta ise tahrif, M. 325 yılında toplanan İznik (Nice) konsili ile başladı. Bu konsil İsa’nın (s) Tanrının oğlu olduğu inancını icad ediyordu. Katolikler olsun, Ortodokslar olsun, Protestanlar olsun hepsi İznik bildirisine ve İsa’nın (s) Tanrının oğlu olduğuna inanırlar. Oysa bu inanç İncil’de yoktur; sonradan uydurulmuştur. İşte bundan ötürü ben, Hz. Muhammed’in ilk dini, Hz. İbrahim’in dinini getirdiğine ve akide esaslarının, en mükemmel şeklinin onda görüldüğüne inanıyorum. Yahudiler hem Hz. İsa’yı, hem de Hz. Muhammed’i inkâr ederler. Hıristiyanlar da Hz. Muhammed’i tanımazlar. Halbuki Hz. Muhammed, Hz. İbrahim’e de, Hz. Musa’ya ve Hz. İsa’ya da inanır.
Gerçekten bir ikinci hususa geçmemiz mümkündür ki, o da şudur: Avrupalı, bir müddet kendi düşünce, kültür ve medeniyetinin diğer medeniyetlerin bir ölçüsü olduğuna inandı. Kendi zihniyetine uyan düşünceleri medenî, uymayanı da gayr-i medenî saydı. Böylece Avrupalı üstünlük kompleksine kapıldı. Müslümanları da sadece, eski Yunan ve Roma medeniyetlerinin taşıyıcıları telâkki etti. Bu da onun, medeniyet tarihini doğru ve güvenilir tarzda okumaktan uzak olduğunu ifade eder. Tarihî olarak medeniyet, muayyen bir ırka mahsus bir iş değildir. Şayet böyle olsaydı, o tarih boyunca bir tek yerde yerleşirdi. Medeniyetin bir milletten öbürüne geçmesi, onun Avrupalıya mahsus olduğu iddiasını iptal eder. Bu mevzudaki tutumunuzu anlatır mısınız?
Batı medeniyetinin istinat ettiği Avrupa kültürünün, Yunan- Roma ve Yahudi-Hıristiyan olarak iki kaynağı vardır. Vâris olduğu üçüncü kaynak olan Arap-İslâm kültüründen ise, şu iki sebepten ötürü kasten habersiz görünür. Birincisi: Yine kasıtlı olarak onu sadece eski kültürlerin ve dinlerin bir taşıyıcı, nakilci, yahut Yunan düşüncesinin mütercimi ve açıklayıcısı sayması. İkincisi: İslâm’ı bizim medeniyetimizden önceki tarihî bir devreye yerleştirdiğinden, eski tarihî incelemeler yapanlara mahsus göstermek İster. Bu açıdan bakarak “İslâm’ın artık yeni bir şey ve hayatı bir öz getirmesi mümkün değildir” der. Bana göre bu anlayışla mücadele etmemiz gereklidir, zira böyle bir anlayış çok tehlikelidir; tehlikesi de şimdiki zamanı anlamamıza, istikbalimizi de kurmaya mâni olmasından ileri gelmektedir. Her şeyden önce, İslâm fikriyatının, Yunan düşüncesinin sırf mütercimi ve nâkil olduğu iddiasının doğrulukla alâkası yoktur. Söz gelimi Yunan matematiği “sonlu” kavramına dayanır. Keza Yunan mantığı, nazarî bir mantık olduğu halde, Arap ilmi, esas itibariyle tecrübîdir. Yunan mimarî hendesesi (mühendisliği) doğru çizgilere dayanırken, İslâm hendesesi -bilhassa camilerde iyice göründüğü üzere- kavisler ve münhaniler (eğriler) senfonisidir. Felsefe yönünden ise, Yunan düşüncesinin, Parmenid’den Aristo’ya kadar “Varlık” felsefesi yaptığını görüyoruz. Arap-İslâm felsefesi ise, bir aksiyon felsefesidir. İslâm’ın hayat tasavvurunda Yunan hüznünü bulmak mümkün değildir. Nitekim Arap şiiri de, özünde “sonluluk” ve “kemiyet (nicelik” ) kavramlarını taşıyan Yunan hayat tasavvuru ile anlaşılamaz. 

Doğrusu bu açıklamalarınız, ilim ile hikmetin münasebetleri mevzuunda, Avrupa kültürü ile Arap-İslâm kültürü arasındaki farkın ne olduğunu sormamıza yol açıyor. Bu farkın bulunması da, İslâm medeniyetinin rolü ve tesiri hususunda Batı’nın ileri sürdüğü görüşün doğru olmadığını ispatlıyor. Bu hususta da düşüncelerinizi anlatır mısınız?

Arap-İslâm ilmi bizim “vaz”ı anlayışımıza aykırı olarak, ilimle hikmeti birbirinden ayırmaz. Yani manadan ve gayeden asla gafil kalmaz; eşyayı birbirine bağlayan ve onları idare eden kanunları keşfetmeye yardım eden rabıtaları tahlil (analiz) etmekle, o münasebetleri onlara, esas “mana”larını veren “bütün”e bağlamak arasında ayırım yapmaz. Bundandır ki, bu ilim, eşya ile alâkası yönünden dünyevî bir ilim olduğu gibi, Yaratıcı ile münasebetle olması yönünden de; hatta en küçük parçasıyla mukaddes bir ilimdir. İlim, mânâ ve ruh yüceliğinden ayrılınca “sciantisine” (ilimcilik)e dönüşür. Nasıl ki, ilim ve tekniğin saygı yönünden gelişmesi bizatihi (başlı başına) bir gaye hâlinde kaldıkça, “teknik” de “teknokrat”lığa götürür. Avrupalıların çoğunun iddia ettikleri gibi, Batı Rönesansı Roma-Yunan kültürünün ilhamıyla İtalya’da başlamış olmayıp, Arap-İslâm ilim ve kültürünün ışıklarını saçmasıyla İspanya’da başladı. Fakat Batı Rönesansı, Müslümanlardan, sadece tecrübî “pozitif” metodla tekniğini aldı; onu Allah’a yönelten ve insanlığın hizmetine sunan yönünü bir tarafa bıraktı. Diğer taraftan İslâm; iman, ilim ve tekniği ayrı ayrı şeyler telakki etmediği gibi, kanunları ve sebepleri araştırmakla mânânaları ve gayeleri araştırma arasında ayırımda yapmaz. Bizim eşyaya hâkim olmamızı sağlayan tekniği, Yaratıcıya ibadet (kulluk) vesilesi sayar. Kezâ İslâm; iktisad sahasındaki imanla, siyâset sahâsındaki imânı da ayırmaz. Bilakis bütün “ilim” gibi bütün “hakimiyeti”, bütün “kudret” de tek olan Allah’a ircâ etmek suretiyle, aynı bünye içinde birleştirir.

Şu anda üzerinde çalıştığınız bir konu olup olmadığını öğrenmek istiyoruz?

Ben yoğun olarak estetik ve sosyal felsefe ile ilgileniyorum. Sağlığım elverdiği ölçüde zamanımı kitap okumakla geçiriyorum. Mevlana’yı çok severim. Siz gelirken, onun Fransızcaya çevrilmiş 1600 sahifelik Mesnevi’sini okuyordum. Yakında bitireceğimi ümit ediyorum. Mevlana tarihte eşine az rastlanan bir düşünürdür. Onun eserlerini okuduğumda İbn-i Arabi aklıma geliyor. Çünkü ikisinin düşüncesi ve “Vahdet-i Vücut” anlayışı açısından bir yakınlık ve benzerlik vardır. Diğer yandan son kitabımı tamamlamaya çalışıyorum. Bu eserim, şu ana kadar yayınlanan 51. kitabım olacak. Belki daha yazamam. Fakat önce yayınlanan bazı eserlerime ilave yapmak istiyorum. Diğer yandan doktorlar, sağlığım açısından yazı yazmayı bırakmamı istiyorlar. Ancak bugüne kadar doktorların söylediklerini tam yerine getirmedim. Günümüzde olup biten olayları görüyorum. Bazı hallerde çok üzülüyorum. Çünkü fert ve toplum hayatının akışında bir gaye ve hedef göremiyorum. Buna bağlı olarak sık sık intihar olayları yaşanmaktadır. Oysa ki Tanrı, insan ve toplumu tanımak çok önemlidir. Bu nedenle toplum hayatında din faktörünün önemi büyüktür. Tarih boyunca insanlığın gündeminden hiç çıkmamıştır.

Öyle görülüyor ki, inanç değerlerine ve din kültürüne karşı özel bir ilginiz vardır. Özellikle İslâm dini hakkındaki konuşmalarınız dikkat çekmektedir. Bu bağlamda din ve inanç değerlerine karşı olan özel ilginizi açıklar mısınız?
 
Dinin, insan ve toplum hayatındaki önemi tartışma kabul etmez. Çünkü din, insan hayatını ve onun mutluluğunu hedef almaktadır. Daha önce bazı eserlerimde de açıkladım. Dinin, insan hayatına verdiği değeri ilk kez 14 Eylül 1940 yılında gördüm. Ben o dönemde Fransa, Almanya savaşı esnasında bir anlaşmazlık üzerine Cezayir’e sürgün edildim. Cezayir o tarihte Fransa’nın sömürgesidir. Fakat halkı Müslüman’dı. Bilindiği gibi otorite boşluğunda ve savaş anlarında en kolay iş, istemediğiniz insanları kurşuna dizmektir. İşte ben de böyle haksız bir şekilde kurşuna hedef gösterildim. Ancak o gün elinde silahı olan Cezayirli bir asker, aldığı emre rağmen bana karşı silahı kullanmadı. Sebebini sorduğumda, “İslâm dini savaş halinde de olsa, elinde silah olmayan insanı öldürmeye izin vermez” dedi. Bu cevap beni çok düşündürmüştü. Bir müddet daha Cezayir’de kaldım. Bu süre içinde İslâm dinini, medeniyetini ve kültürünü inceledim. İlk konferansımı, “İslâm kültürünün dünya kültürüne katkıları” ismi altında verdim. Böylece hayatımda her zaman din duygusunun önemli bir yeri olmuştur. Bu nedenle İspanya Kurtuba’da bir müze kurdum. İçinde önemli eserlerin yer aldığı bir sergi açtım. Orada İslâm medeniyetinin dünyaya neler getirdiğini anlattım. Ayrıca büyük bir kütüphane oluşturdum. Böylece İslâm’ın Avrupa’daki rolünü hatırlatmaya gayret ettim. Gerçekten bir Endülüs medeniyetini inkâr etmek mümkün değildir. En son yazdığım kitapta bu hususlara yer veriyorum.

Bu durumda çağımızdaki gelişmeler de dikkate alındığında, İslâm’ın özelliği hakkında birkaç cümle söylemek gerekirse, bunların önceliklerini nasıl belirlemek gerekir?
Ben İslâm’ın özelliğini şöyle açıklıyorum: Her şey Allah’a aittir. O’nun gücü her şeye yeter. O, her şeyi bilir. Bu üç önemli nokta, insanın gücünü ve yükünü hafifletmektedir. Çünkü insanın gücü, yetkisi ve bilgisi sınırlıdır. Bu anlamda acizdir. Oysa ki İslâm ve değerleri, geçmişten (ezelden) geleceğe (ebede) uzanan bir yoldur. Her insan bu yolun bir bölümünde yolculuk yapmaktadır. Geçmiş bütün peygamberler, bu yolun bir kısmını aydınlatmak ve insanlara rehberlik yapmak üzere gönderilmişlerdir. Kur’an bu hususu şöyle açıklamıştır: “Dini ayakta tutun ve onda ayrılığa düşmeyin” diye, Nuh’a tavsiye ettiğini, sana vahyettiğimizi, İbrahim’e, Musa’ya ve İsa’ya tavsiye ettiğimizi Allah size de din kıldı. Fakat kendilerini çağırdığın bu (din), Allah’a ortak koşanlara ağır geldi. Allah dilediğini kendisine (peygamber) seçer ve kendisine yöneleni de doğru yola iletir.” (Şura, 13) Görülüyor ki Kur’ân, İncil, Tevrat, Zebur ve vahiy mahsulü olan diğer kitaplardaki ortak hüküm, yine herşeyin Allah’a ait olduğunu bildirmektedir. İnsan ise, yeryüzündeki yetki ve sorumluluğunu kullanan bir varlıktır. Peygamberler; Allah ile insanlar arasında birer elçidir. Asıl görevleri; Allah’tan aldıkları vahyi insanlara tebliğ etmektir. Kur’ân’ da peygamberlere verildiği ifade edilen yol (kanun ve hükümler) süreklilik ifade etmektedir. Bu yol sadece İslâm dinine tahsis edilmemiştir. Daha önce gelip geçen insanlara da verilmiştir. Her Peygamber söz konusu yolun bir bölümünü aydınlatmıştır. Hz. Muhammed (s.a.s) ise, ilk peygamberlerden uzanıp gelen bu yolun ışığını tamamlamış ve olgunluğa erdirmiştir. Kur’ân bu hususu şöyle açıklamaktadır: “Bugün size dininizi ikmal ettim, üzerinize nimetimi tamamladım ve sizin için din olarak İslâm’ı beğendim...” (Maide, 3) 

Peki başka? 
Öncelikle İslâm’ın tevhide yaklaşımı, çağrısı çok önemlidir. Yaratıcıdan başka güç tanımamak, ona yönelmek, ondan istemek diğer dinlerde bulunmayan bir özelliktir. Allah’ın, yarattığı ile doğrudan muhatap olduğu, kulların doğrudan istek ve arzularını ilettikleri başka bir dini anlayış veya düşünce, felsefe yoktur. Özgürlüğün en güzel tanımı ve yaşayışını İslâm’da bulmaktayız. Batının değer verdiği temizlik, eşitlik, adalet, işçi-işveren ilişkilerinin tümü gerçek anlamını İslâm’da bulmuştur. İnsanın insana hükmedemeyeceği eşit ve hür bir dünyanın bundan asırlar önce Hz. Muhammed döneminde kurulduğunu görmekteyiz. Bu inancın yaşama biçimini o dönemde görmekteyiz. Batının değer ölçüleri ile İslâm’ın değer ölçülerini karşılaştırmamız bence gereksiz ve yanlıştır. Her ikisi de ayrı ayrı mesajlar sunmaktadır. İslâm’ın ana özelliği bence duygu, düşünce ve anlayışta tek oluşudur. Eşi ve benzerinin bulunmayışıdır. Bundan dolayı İslâm tek başına doğru ve güzel olanın temsilciliğini yapmaktadır.

Müminlerin beş ayrı vakitte, Allah’a yönelerek zamanı durdurma eylemini, yani namazı nasıl yorumluyorsunuz?

Öncelikle ifade edeyim ki, İslâm dinindeki ibadetler, başlı başına insanlığa mesajlar sunmaktadır. Bence Müslüman’ın namaz kılışı sürekli olarak Allah’ın kendilerine gönderdiği elçisinin mesajına muhatap olarak onu kabul etmesidir veya kabul ettiğini fiilî olarak göstermesidir. Allah’ın kulları ile en yakın olduğu anın açıkça ilânıdır. Müminlerin kalplerinde Allah’ın varlığını hissettiği, kâfirlere ise açıkça Allah ile beraber olunduğunu gösterdiği andır. Namaz içindeki değişik hareketler, Allah’ın yarattığı tüm canlı mahlukat ile uyum içinde olunduğuna da bir delildir aynı zamanda. Namazda tüm dünya Müslümanlarının tek bir yöne yönelmeleri ise Allah’tan başka güç tanımayan insanların ortak bir hedefte birleştiğinin güzel ve tek örneğidir. Uyum içindeki bir dünyanın kurulmasının ancak Allah’a yönelerek gerçekleşebileceğinin anlatımıdır bence namaz. Veya bir diğer deyimle Allah’a yönelmenin en güzel misalidir.

Müslümanlar olarak bize İslâm’ı anlatmakta, inancımızın gereğini yerine getirmekte ne tür sorumluluklar düşmekte...?
Bizler, Allah’ın seçilmiş kullarıyız. Kimimiz doğduğumuzda bu üstünlüğe sahiptik, kimimiz ise yaşının belli bir aşaması sonrasında İslâm’ı tanıma şerefini kazandı. Her birimizin sorumlulukları Kur’ân’a bağlı Müslüman olma zorunluluğumuz bizlere, İslâm’ın değişmez prensiplerini taşıyan mesajını iletmeyi zorunlu kılmaktadır. İslâm’ın iki değişmez prensibi olan Kur’ân-ı Kerim’i ve Sünnet’i iyi tanımalı ve öğrenmeliyiz. Bence her Müslüman Peygamberimiz Hz. Muhammed’in hayatını iyi bir şekilde bilmelidir. Sunduğu mesajın tebliğini üstlenecek olanlar Peygamberimiz’in hayatını inceden inceye araştırmalıdır. Bence Müslümanlar olarak İslâm’ı kendi yakınlarımıza anlatmalıyız öncelikle. Bugün ne yazık ki, Müslüman olanlar dahi İslâm’ı bilmemektedir. İslâm onlarda geçmişlerden kalan bir mirastır. Niçin Müslüman olduğunu bilmeden niçin İslâm’ın anlatılacağı bilinemez. 

Batı’nın İslâm’a yönelme zorunluluğundan söz ediyorsunuz.

İslâm tüm insanlığa, hatta ins ve cinne gönderildiğine göre batı insanının da bu çağrıdan uzak kalabilmesi veya bir diğer deyim ile muhatap olmamasının imkanı yoktur. Batı bugün İslâm’a her asırdan daha çok muhtaçtır. Batı değer yargılarının iflas ettiği, maddi imkanların alabildiğine yaygınlaşmasıyla beraber intiharların yaygınlaştığı, sürekli Allah’ın azabının çeşitli olaylarla indiği bir insanlar topluluğunun yaşadığı bir yer halini almıştır. Batı insanı ile sürekli çatışma, kavga halinde bulunmaktadır. İslâm ise insanı diğer insanların sorunlarına ortak olmaya çağırmakta, kardeşlik ve hoşgörü esasını yerleştirmektedir İnsanların maddi imkanları ile sınırlandığı, değer kazandığı bir batı insanı yerine İslâm’da insanların yalnızca Allah’a yönelmeleri ile değer kazandığı eşitliğin en son noktasına ulaştığı bir tabloyu görmekteyiz. Hüküm noktasında Allah’ın tek hakimiyeti yerine çağdışı putların insanlara hükmettiği bir yaşantının çıkmazları şüphesiz ki, batı insanında yeni yeni düşünceler meydana getirecektir. Kendilerini Allah’ın temsilcileri olarak gören Hıristiyan din adamlarının anlattıklarına inanmayan batı insanı bugün, içinde bulunduğu dinsiz bir yaşantıdan çıkmak zorundadır. İslâm şüphesizki, onlara insanca yaşamı öğretecektir.

Günümüzde gelişen ve karşılaşılan olaylar gösteriyor ki, batı dünyası İslâm’a karşı ön yargılı davranmaktadır. Bu tek yönlü endişe, insanlar arasındaki güven ve iletişimi olumsuz etkilemektedir. Bu hususu nasıl açıklıyorsunuz?

Aslında batı dünyası İslâm’ı tanıyamadı. Onu ya bir karikatür ya da Afganistan’daki Taliban örneği gibi algılamak ve sergilemek istemektedir. Bu bağlamda İslâm dünyasında bile din yerine örf, âdet ve bölgesel davranışlar ön plâna çıkmıştır. Çağımızda insanlık kendi icadı olan bir modernlikten söz etmektedir. Bu özellikle batı için geçerlidir. Ne var ki bugüne kadar görünen Avrupa medeniyeti ve modernliği, daima şiddet ve silaha dayalı olmuştur. Oysaki, İslâm’ın ön gördüğü modernliğin batı modernliği ile ilgisi yoktur. Modern olmak için, önce Kur’ân’ın çizdiği yola yönelmek gerekir. Çünkü Kur’ân, insan hayatını ve mutluluğunu merkez alarak onu Tanrı’ya, nefsine, tabiata ve diğer çevresine karşı sorumlu tutmaktadır. Bu nedenle, İmam-ı Gazzali’nin İslâm düşüncesine yaptığı katkıyı, Mevlana’nın yaşadığı hoş görüyü ve İkbâl’in âdeta yeniden inşa ettiği İslâm düşüncesini tanımadan modern olmak mümkün değildir.

Batı’nın, medeniyete yaklaşımında öne çıkan hususlar nedir?

Batı ilme yaklaşımında bütün yolları dener. Bir diğer anlatım ile hedef ile vesileler farklıdır, sevgi, güzellik anlayışları bu hedef uğruna feda edilir. Bir takım değerler fertlerin ve toplumun şahsî çıkarları medeniyet adına yok kabul edilir. Ve her şeyden önemlisi batı, medeniyete gidiş yolunun, yaratıcının birliğini inkâr ile başladığını zanneder. Batıyı batı yapan düşünce, medeniyet anlayışı, gökyüzüne uzanan binalar, kulakları sağır eden gürültü, çalışan makinelerin sesi, insanlığı yok etmeye hazır korkunç silahların varlığıdır. Yani medeniyet anlayışında insanî değerlerin kıymeti yoktur. 

Batı medeniyeti ilmin çıkış noktası olarak neyi kabul etmektedir? 

Batı, kendisinde olan tüm medeniyet adına şekillenmeleri Yunan ve Yahudi medeniyetleri olarak kabul etmektedir. Batının çoğu insanı, hatta kültürlü tabakası dahi İslâm medeniyeti diye bir değerler manzumesinden habersizdir. Yüzyıllardan bu yana Batı insanına İslâm o kadar değişik takdim edilmiştir ki, Batı İslam denilince vahşet, zulüm ve ölümü hatırlar hale gelmiştir sadece. 

Batılıların bu şekilde düşünmelerine neler sebep olmuştur sizce? 

Bunun pek çok sebepleri vardır. Her şeyden önemlisi batı insanının dine yaklaşımını burada ilk sebep olarak gösterebiliriz. Batı, Hıristiyanlığı dahi gerçek çehresi ile tanımadığından dolayı din denilince birtakım kişilerin din adına insanlara zulmettiği bir ortamı düşlemektedir. Yüzyıllardan bu yana Hıristiyan din adamlarının batı insanına verdiği izlenim de budur zaten. Ayrıca batı insanı sürekli olarak Yahudilerin kontrolü altındadır. Yahudiler o denli güçlü propaganda ile İslâm’ı kötülemektedirler veya bir diğer deyimle İslâm diye bir dinin değer yargılarının olmadığı izlenimini vermektedirler ki, batı insanının İslâm’ı bilmemesi, duymaması veya bir diğer şekli ile, ondan uzaklaşılması gereken bir din olduğunu zannetmesi normaldir. Şüphesiz ki bu, batı insanının ortaya koyduklarından dolayıdır. Bir de tüm Müslümanları ilgilendiren yönü vardır. O da Müslümanlar olarak bizlerin İslâm’ı yayma uğrunda ortaya bir takını çalışmalar koyup koymadığımız noktasıyla ilgilidir. Batıya İslâm’ı anlatabilmek için ortaya gözle görülen, elle tutulan bir örnek çalışma koymak ta mıyız acaba? Bana göre batıda İslâm’ı seçenler Allah’ın hidayet verdiği, kendi uğraşları ile doğruyu bulan, araştırma ve deneyimlerine dayalı çalışmaları sonunda İslâm’ı bulan kişilerdir. Bundan dolayı batı insanının İslâm medeniyetini bilmemesi o denli garip değildir. En azından ben bunu yadırgamıyorum.

21. asra girdiğimiz şu yıllarda dünya çok sakin görünmüyor. Doğu-batı, güney ve kuzey arasında uçurum var. Gelir dağılımında ve insan hakları açısından problemler devam ediyor. Bu husustaki düşünceleriniz nelerdir ?

Şu anda durum daha da kötüye gidiyor. İlim bize çok imkanlar sağlayabilir. Ancak bu imkanların insan hayatına, mutluluğuna ve ihtiyaçlarına sunulması daha da önemlidir. Atom enerjisinin keşfedilmesi güzel bir şeydir. Fakat bunun tıpta kullanılması ve insanın yararına yönlendirilmesi gerekir. Şayet onu bomba ve silah olarak kullanırsanız, insanlar için bir felaket olur. Günümüzdeki ekonomik değerlerin dağılımı da haksızlıklarla doludur. 1980 yılında dünyanın en zengin sınıfını teşkil eden %10 ile, en fakir sınıfını oluşturan %10 arasında yapılan bir değerlendirmede aralarında 60 kat fark vardı. 2000 yılında bu fark 150 katına çıkmıştır. Sadece doğu, batı, kuzey ve güney arasında değil, her ülkenin bile kendi sınırları içinde benzer problemleri vardır. Liberal ekonomiye göre, her insan kendi çıkarını savunursa toplumun çıkarını da korumuş olur. Fakat gelinen sonuç böyle olmadı. Her geçen gün dünyanın fakiri çoğalmakta, rüşvet, hırsızlık ve yolsuzluk gibi haksız kazançlar da artmaktadır. Bu düşünce belki üretimi arttırmış olabilir. Fakat onu kontrol edecek inanç ve etik değerler dikkate alınmayınca amacına ulaşılamadı. Oysa ki insan, Allah’ın yeryüzündeki halifesidir. Hizmetin en iyisine lâyıktır. Ne yazık ki dünya, bugün kimileri için bir sıkıntı ve haksızlık yeri olmuştur. 

Bilindiği gibi doğu ve batı’da sürekli tartışılan konulardan biri de kadın haklarıdır. Bu tartışmaların hemen bitmesi de beklenmiyor. Bu husustaki düşünceleriniz nelerdir?
İslâm’ın kadın haklarını korumadığı yolundaki iddia, bir propagandadan ibarettir. İslâm dini, kadının itibarını zedeleyecek ve ona zarar verecek hiç bir şey getirmedi. Bilindiği gibi İslâm’dan önce birden fazla kadınla evlenmede sınır yoktu. İslâm buna bir sınırlandırma getirmiştir. İslâm kadını, inanç, ibadet, çalışma ile günlük ve sosyal hayatta sorumluluk almakta erkeklerden ayırmamıştır. Bugün İslâm coğrafyasında görünen bazı olayları, İslâm’a mal etmemek gerekir. O tür yanlışlıklar örf ve adetlerden kaynaklanmaktadır. Bu anlamda bir inceleme yapılırsa, batıda daha büyük yanlışlıklar görürsünüz. Batıda, kadın hakları daha çok kağıt üzerinde eşittir. Burada önemli olan kişiliğe verilen değerlerdir. Cinsiyet farklılığının getirdiği psikolojik, fizyolojik ve fiziksel özelliklerinin eşit olması zaten beklenemez. Tanrı, bu cinslerin her birini kendine özel güzellik ve kabiliyetlerle yaratmıştır. Bir kadına verilen annelik sevgisini erkeğin yaşaması mümkün olmadığı gibi, bir kadının da babanın sahip olduğu değerleri yaşaması mümkün değildir. Fakat her ikisinin birbirlerinin tamamlayıcısı olarak yaratıldığı düşünüldüğünde bir bütünlük, samimiyet ve sağlıklı bir aile ortamı oluşmaktadır. Cinsiyet farklılığının asıl amacı da budur. Yoksa her iki cinsi birbirine karşı borçlu veya alacaklı, biri çok iyi, diğeri az iyi gibi göstermeye gerek yoktur. Böyle bir tartışma sosyolojik açıdan da topluma bir yarar getirmez.

Siz 20. yüzyılı bilim ve hayat tecrübenizle dolu dolu geçirdiniz. Bu süre içerisinde insanların karşılaştıkları olumlu ve olumsuz olayları da gördünüz. Şu anda da 21. asrın başındayız. Acaba insanlık geçmişi arayacak mı? Yoksa 21. asır insanlar için daha verimli bir dönem olabilir mi? Bu husustaki düşüncelerinizi açıklar mısınız?

Geleceğimizin şekillenmesi şu andaki hayatımızın amaçlarına bağlıdır. Çünkü amaçlar ve hedefler belli olmayınca sonuca ulaşmak mümkün değildir. Şayet 21. asırda da hedef daha çok silah, daha çok kapital sahibi olmak için çalışılacaksa, bu bize büyük bir ümit vermez. Dinin bir amacı ve hedefi vardır. Allah denince ortak bir düşünce yani “Tevhid İnancı” akla gelmektedir. İnsanlığın bu ortak paydada birleşmesi önemlidir. O zaman hayatın kıymeti olur. Çünkü amaç ve hedefler belirlenmeyince, haklar ve çıkarlar güçlüden yana olacaktır. Bu gözetlenmediği için dünya, 21. asrın sonunda belli bloklara ayrıldı. Şayet 21. Asırda da bu büyük farklar ve uçurumlar artarak devam edecekse, gelecek için iyimser olamayız. Ümidimiz bu dengenin gelecekte insan hayatının amaç ve hedeflerine uygun hale getirilmesidir. Bu zor değildir. Çünkü Tanrı, doğruya ve başarıya ulaşmanın kabiliyetini insanlara vermiştir.

İslam’ın anlatılması için neler yapılmalıdır?

Kur’ân’da anlatıldığı gibi anlatılmalıdır. Kur’ân’da şeriat kelimesi bir kere geçiyor. Çok açıktır ki ahlâkî prensipler var, yasal kanunlar yoktur. Bu kadar basit. Roma kanunlarının aksine Allah tek hakimdir. Toprak, değerlendirmeyenden alınır, değerlendirene verilir. İkinci olarak Allah tek ve yalnız idare eder. Dini kanunların bir padişahı, bir prensi yoktur. Üçüncü olarak her söylediğimi sadece Allah biliyor. Sonuç olarak bunlar üç ana prensiptir. Bunlar evrensel ve ebedidir. El kesmeler falan ayrıntıdır. Ebu Davud ve Nesei’deki bir hadiste aç bir kişinin buğday çalması anlatılır. Buğday sahibi “hırsızsın” diye elinin kesilmesini istemiş. Peygamberimiz de buğday sahibine, “asıl onu doyurmadığın için sen cezalandırılacaksın” dedi. Tabi öyle. Tarih boyunca Allah, semavi dinlerle insanlara bilmediklerini vahyetti. Ama o andaki ortamı da dikkate almak zorunda idi. Mesela kadınların eşitsizliği vardı. Peygamber, bir anda “her şey bitti” diyemez. Yoksa onu kimse dinlemez. Peygamber pedagojik bir eğitimle, insanları bulunduğu durumdan çıkartıp belli bir seviyeye getirir. Mesela kutuplarda 6 ay yaz 6 ay kış oluyor. Oruç nasıl tutulacak? Dini prensipleri bir formül gibi düşünüp bütün gerçeklerden soyutlayamazsınız. El kesme, oruç tutmak... Bunlar her zaman topluma uyarlanmalıdır. Evrensel prensiplerden hareketle Allah bakimdir, yalnız o idare eder, yalnız o bilir. Sonra her zaman diliminde bu dini prensip ve mantıklardan faydalanabiliriz. Bir fikir edinebiliriz. Şeriat dini bir kanundur. Fikir insanlık kanunudur. Müslümanlar olarak bu asır için fikrimiz yok.

Müslümanlara neler tavsiye edersiniz?

En güzel tavsiye Kur’ân’dır. Biraz önce bahsettiğimiz üç kural insanların birleşmesi için yeterlidir, iyi niyet önemlidir. İyi niyetli insanlar beşerî sistemlere itiraz etmelidirler.


Kaynak: Garaudy'nin vefatından önce Umran dergisi’ne verdiği röportaj...



Bu haber 1544 defa okunmuştur.

YORUMLAR

Henüz Yorum Eklenmemiştir.Bu Haber'e ilk yorum yapan siz olun.

YORUM YAZ



İLGİNİZİ ÇEKEBİLECEK DİĞER HABERLER
ÇOK OKUNAN HABERLER
  • BUGÜN
  • BU HAFTA
  • BU AY
YUKARI