Güneydoğu'daki çatışma, ne Kürt hareketinin iddia ettiği gibi bu hareketin devletin operasyonlarına verdiği yanıtla, ne siyasi iktidarın vurguladığı gibi devletin PKK eylemlerine verdiği tepkiyle açıklanabilecek durumda.
Sorun, önemli ölçüde, yeni gelişmeler, sürece dahil olan yeni dinamiklerle beslenmesi ve bunun sonucunda ortaya çıkan yeni stratejilerle ilgili görünüyor. Çözüm süreci mevcut haliyle tarafların yeni konumlarını, beklentilerini, stratejilerini karşılamaktan uzaklaşmış, bu konudaki zorlamalar sonuç vermemiş ve sonunda çatışmalar yeniden boy göstermiştir.
Dün ele aldık, örgüt açısından Rojava'da ortaya çıkan yeni durum ve dengeler, diğer yandan Güneydoğu'da alan kontrolünü muhafaza etme ısrarı, silahlı eylemleri başlatma ve özerklik ilanına kadar uzanmıştır. Bu geçişin zamanlamasını, Telabyad'ın düşmesi üzerine Türkiye'nin, uluslararası koalisyonla daha aktif bir askeri işbirliğine girmesi, bunun örgüt için oluşturduğu tehdit belirlemiş görünüyor.
Türkiye de benzer bir şekilde, 2014 yılı ortalarından itibaren bu iki meselenin, Rojava'daki yeni durumun ve alan kontrolü meselesinin artan baskısıyla karşı karşıya kaldı..
1. Rojava'da PKK-PYD'nin uluslararası koalisyonla ilişkisi ve IŞİD'e karşı işbirliği, özerk Kürt alanının pekişmesi ve genişlemesi Türkiye tarafından, Güney sınırında bir PKK devletinin oluşması ihtimali olarak değerlendirildi. Bunun ülkeye ve bölgeye yansımaları yüksek risk olarak kabul edilirken yeni adımları da beraberinde getirdi. Türkiye'nin ABD'ye askeri üsleri açması, bölge ve Rojava'nın muhtemel kontrolü konusunda aktif bir konuma geçmesi, önemli bir yönüyle, bu çerçeveye yerleşir. Sonuç bu açıdan, adım adım güvenlik politikalarının devreye girmesi, çözüm sürecine gölge düşmesi olmuştur.
2. PKK'nin çözüm süreci ortamından istifade ederek bölgede devletimsi bir doku oluşturma girişimi, bunun 6-8 Ekim 2014'te ortaya çıkan sonuçları, kamu düzeni meselesini siyasi iktidar için 2014 sonundan itibaren hızla hem büyük bir risk hem çözüm sürecinin, hatta çatışmasızlık ortamının devamı için bir ön koşul haline getirdi. Bu koşul yerine gelmedikçe İç Güvenlik yasasının çıkması, Kandil'e yönelik had bildirmeyi hedefleyen askeri operasyonlar, çözüm sürecinin askıya alınması, Kürt hareketinin yasal unsurlarının, HDP'nin bile kriminalize edilmesi bu riskin de, güvenlikçi politikalarla göğüslendiğini gösteriyordu.
Krizin iki yönlü resmi biraz böyledir...
Siyasi iktidar başka türlü davranabilir miydi?
Evet...
Kürt hareketinin önündeki bu imkanları, bu gidişi görüp, siyasi araçlarla önlem almak, siyaseten yönlendirmek ve hızlı hareket etmek yolunu seçebilirdi..
Hükümet Rojava'nın belirleyici önemini geç fark etti. Bu bölgeyi ve PYD'yi Esad'a karşı izlediği politikaların bağımlı bir unsuru olarak ele almakla yetindi. Oysa Türkiye'nin Rojava'da çok daha erken bir zamanda Kürtleri destekleyerek kuşatan, IŞİD'i geri iten bir konuma geçmesi mümkündü. Uluslararası koalisyon-Türkiye-PYD işbirliği, PYD'nin PKK karşısında özerk konum ve duruşa geçmesine yol açacak pek çok imkan sunabilirdi. Rojava'da kaçınılmaz olan bir Kürt şeridinin oluşumuna mutlak itiraz yerine, bunu denetleme ve kabul edilebilir hale sokma siyaseti izlenebilirdi.
Keza çözüm sürecinde ortaya çıkan engelleri bertaraf etmek daha cesur ve hızlı adımlarla mümkün olabilirdi. Alan kontrolü sorununu ortadan kaldırmak, buradaki Kürt yapılanmasını sistemin parçası kılmaktan geçiyordu. Bu ise çözüm sürecinin silah bırakmaya indirgenmesi yerine, müzakerelerin başlamasını, köklü bir yerel yönetimler reformunu, HDP'nin üzerindeki baskının azaltılarak, bu partinin siyasal sisteme entegrasyonunun hızlandırılmasını, onunla yakın bir işbirliğini ima ediyordu.
Ne var ki bunlar, teknik ve taktik adımlardan ibaret değildir. Kürt sorununu çözüm sürecinin ima ettiği siyasi bakışın da ötesinde, kuvvetli demokratik bir tutum ve iklimi gerektirirler.
Bugün bunlar mümkün olabilir mi bilmiyoruz? Bildiğimiz, bu gidişle Kürt meselenin istikrar ve demokrasiye daha çok fatura çıkaracağıdır.
** Ali Bayramoğlu / Yeni Şafak