erotik shop
Bugun...


Siyasallaşan toplumun siyasetsizlik sorunu
Söz gelimi, Kürt siyasetini elinde tutan HDP'den Kürt halkı mevcut durumda memnun değil. çözüm sürecinin askıya alınmasıyla beraber Devlete de belirli bir mesafe var. İşte bu noktada siyasi çözümün bir umut olabilmesi için toplumun kendi memnuniyetsizliğini gösterebileceği, sahiplenip yükseltebileceği siyasi tercihlerin önünde demokratik anayasal sistem içinde bir bariyerin olmaması gerekmektedir. Oysa, Türkiye’de mevcut siyasi yapı ve siyasi partiler yasası değişmediği için çoğulculuk, demokrasi ve hoşgörü kavramları hem teorik açıdan hem de pratikte sistemin eğitim paradigması nedeniyle son derece işlevsizdir. Öyle ki akademik çevrelerde bile sistemin, toplumu determine eden bu sinir uçlarına fazla dokunan, toplumsal kesimleri sorgulamaya ve üretmeye sevkeden çalışmalar görebilmek zor...

facebook-paylas
Tarih: 11-04-2016 13:00
Siyasallaşan toplumun siyasetsizlik sorunu
+ -

Toplumsal ve bireysel yaşamımız son yıllarda yoğun biçimde, kısır bir siyasallaşma ve kutuplaşma ekseninde sürüp gitmektedir. Bu durum hem normal hem de anormaldir.

Normaldir; çünkü üzerinde yaşadığımız coğrafya ve bu coğrafya’ya dair ‘öğretilmiş’ algı bunu dayatıyor çoğu yerde. Anormalidir; farklı toplumsal kesimlerin gerek kamusal ve gerekse sosyal hayatta birbiriyle iletişimi ve etkileşimi negatif bir yörüngeye kaymaya başlamıştır. 

Türkiye’de toplumsal yaşam her ne kadar devletin önerdiği ve savunduğu sistemden özerk ve kendi dinamikleriyle şekilleniyor iddiası ileri sürülse de gerçekte öyle değildir. 
Sistemin, toplumsal sahada birbirinden çok farklı grup ve yapıları kendi kırmızı çizgilerini çok fazla zorlamadan aynı hedef istikametinde rahatlıkla mobilize ettiğini görmek her zaman mümkün…

Bu yüzden, kırmızı çizgilerin olduğu yerde otomatik olarak o çizginin dışında duranların varlığı da yadsınamaz bir hal alıyor, bu da bir gerçek... 
Böylece herkes çıkarlarını, bir adım daha ötesi varoluşunu; ötekinin varlığı ve kendince tehlike arz eden düşman algısı veya doğası üstüne bina ediyor.

Çağdaş hukuk normlarının hakim olduğu çoğulcu kimliklere sahip gelişmiş toplumların demokrasilerinde bu denli katı kırmızı çizgileri olan devlet sistemleri bulamazsınız. Oralarda devletin herhangi bir ideolojisi ve rengi yoktur. 


Devlet gerçek anlamıyla doğasına uygun bir biçimde ayakları üstüne oturmuş ve sosyalleşmiştir. Yani, bütün vatandaşlarına ırk, din ve felsefi anlayış farkı gözetmeden ‘hakem devlet’ tarafsızlık ve adil olma ilkeleri ışığında yaklaşmaktadır. 
Bu yüzden tarif ettiğimiz o toplumlarda insanların ortak ve temel ihtiyaçları ekseninde vücuda gelen bir siyasi kültür egemen hale gelmiştir. İnsanların ekseriyeti bu tarz toplumlarda siyasetle oturup siyasetle kalkmaz, çünkü yaşamını esir almış stratejik bir siyaset anlayışı yerine, kendisinin yön verebileceği ve denetimini kolayca sağlayabileceği bir siyaset mekanizması oluşturmayı başarmışlardır. 

Böylesi toplumlarda siyaset, daha şeffaf ve etik bir yörüngede akıp gider. Çünkü devlet; vatandaş olarak gördükleriyle kendisi arasına 'kırmızı çizgiler' koyarak çatışmaz, ilkeler koyarak hizmet eder.

Bizde böylesi bir siyasi kültür ve adil bir mekanizma olmadığı için anormal biçimde siyasallaşmış bir topluma dönüş(türül)müşüz.

Ne var ki bu siyasallaşma, bir yerden sonra toplumsal çatışmaları ve kutuplaşmayı beraberinde getirmektedir. Bu durum, sevk edilerek normalleşme sağlanamadığından zarar vermeye başlamıştır.
Kanımca bugün olan, tam da budur.

Bu denli siyasallaşmış bir toplumda hayatın demokratik bir kulvarda akıp gidebilmesi için milletin yaptığı sivil demokratik bir Anayasaya ihtiyaç olduğu da kesin. Yeni Anayasa yapım sürecinde, sistemdeki bu tıkanıkların ve sorunların evrensel kriterler ışığında ameliyat masasına yatırılması gerekmektedir. Çünkü evrensel değerler, bugün özü itibariyle açıkça katılımcılığı, çoğulculuğu, eşitliği ve adaleti buyurmaktadır. Bu olmadığı için siyasi fay hatları iyice geriliyor ve kutuplaşma dozunu artırıyor.

Söz gelimi, Kürt siyasetini elinde tutan HDP'den Kürt halkı mevcut durumda memnun değil. çözüm sürecinin askıya alınmasıyla beraber Devlete de belirli bir mesafe var. İşte bu noktada siyasi çözümün bir umut olabilmesi için toplumun kendi memnuniyetsizliğini gösterebileceği, sahiplenip yükseltebileceği siyasi tercihlerin önünde demokratik anayasal sistem içinde bir bariyerin olmaması gerekmektedir. 

Oysa, Türkiye’de mevcut siyasi yapı ve siyasi partiler yasası değişmediği için çoğulculuk, demokrasi ve hoşgörü kavramları hem teorik açıdan hem de pratikte sistemin eğitim paradigması nedeniyle son derece işlevsizdir. Öyle ki akademik çevrelerde bile sistemin, toplumu determine eden bu sinir uçlarına fazla dokunan, toplumsal kesimleri sorgulamaya ve üretmeye sevkeden çalışmalar görebilmek zor... Şimdiye dek statükocu anlayışın dışında ve ona muhalif çalışma yapanlar ise tasfiyeyi ve dışlanmışlığı göze alarak yapmışlardır.

Türkiye'de sistem tartışmalarının devam ettiği şu günlerde, ülkedeki siyasi sorunların eski devlet refleksleriyle çözme alışkanlığı nüksettği iddialarını dikkate alarak şunun altını çizmekte fayda var: Bu politikaların, /bir yerde konjöktürün dayattığı zorunlu nedenlerden kaynaklanıyor/ gerekçesine dayanıyor olması, daha fazla sürdürülebilir politikalar olacağı anlamına gelmiyor.

Gerçek şu ki; Türkiye, 20.yüzyılın iflas etmiş bir siyasal sistem paradigması ve eğitim felsefesi ile 21.yüzyılda daha fazla yol alamaz ve selamete kavuşamaz.  

Türkiye'de adalet ve özgürlük gibi kutsal kavramlarını herkes; kendi meşrebi ve ait olduğu cemaatin çıkarlarıyla orantılı olarak düşündüğü halde, görünüşte herkese istediğini deklare eder. Tecrübe ile sabit ve zaman gösteriyor ki; genelde bu hakkı bir başkasına da isteme durumu, kendilerinin iktidarla ilişkileri iyiyse bir noktadan sonra önemsizleşmeye başlıyor.

***

Oysa ki hak ve özgürlükler herkes içindir. Peki, gerçekten birbirimiz için bunu canı gönülden istediğimizi söylememiz mümkün mü? 

Adalet ve özgürlük kavramları için ilkçağ yunan düşünürü Aristo bir yerde mealen şöyle der;  "Zayıflar sıklıkla adalet ve özgürlük gibi kavramlardan bahsederler. Halbuki bu kavramların kuvvetlilerin yanında bir itibarı yoktur"

Bu yüzden Aristo, siyasette seçkincilikten(aristokrasi) yanaydı. Seçkin ve eğitimli bir sınıfın siyaset işini yürütmesi gerektiğini savunan Aristo, bunun için ise bu sınıfa ahlaklı ve erdemli olması şartını koşuyordu.

Velhasıl,  Siyasette seçkinliğin teorisyeni sayılan Aristo, bir toplumda insanın erdemi gerçekleştirebilmesi ve mutluluğu sağlayabilmesi için, siyasetin adalet üstünde temellenmesi gerektiğine inanıyordu.

Acaba diyorum, bizler de Aristo gibi her yanımıza batan popülist ve menfaatçi siyasi anlayışlardan ve sistemden kurtulmak için işi ehline iade etmek babından da olsa 'siyasetten seçkinciliği' mi savunsak?

Demokratik kültüre yabancı, özünde aynılaşan bir toplumun bireylerinin gereksiz curcunasından örülü sahte kaygıları ve hamasete kolayca kanabilen tercihleri mi daha adil ve hayırlı sonuçlar üretir; yoksa evrensel değerleri gerçekten özümsemiş, bütün toplumsal kesimlerin hak ve hukukuna riayet eden bilgili, ahlaklı ve vicdanlı seçkinlerin yönetimi mi?




Bu haber 461 defa okunmuştur.

YORUMLAR

Henüz Yorum Eklenmemiştir.Bu Haber'e ilk yorum yapan siz olun.

YORUM YAZ



İLGİNİZİ ÇEKEBİLECEK DİĞER HABERLER
ÇOK OKUNAN HABERLER
  • BUGÜN
  • BU HAFTA
  • BU AY
YUKARI