Yeni Şafak yazarı Siyasetbilimci Süleyman Seyfi Öğün yazdı..
Akif Emre'yi kaybettik. Yeni Şafak'tan bir komşuluğumuz vardı. Ama görüşmek, tanışmak bir türlü nasip olmadı. Lâkin yazılarını kaçırmamaya çalışır, dikkâtle okurdum. Üzerinde düşünülmeye değer, öğretici, kavratıcı yazılardı Emre'nin yazıları. Hayâtı da kendisini yakından tanıyanlardan işittiğim kadarıyla “sessiz”, “gösterişsiz”, “mütevâzî” bir hayâttı . Hani, “temiz bir Müslümân hayatı” derler ya, öyle…
Siyâsal çalkantıları tâkip eden; lâkin ona kapılmayan bir etki hissedilirdi yazılarında. Âkif Emre'yi ilgilendiren daha “derin” meseleler vardı. Bunu bir çırpıda “medeniyet” meselesi olarak vasıflandırmak mümkündür. Doğrusu; “medeniyet” vurgusu beni hayli ürküten bir vurgudur. Üzerinde son derecede hesapsız spekülasyonların yapılabildiği, abartılı bir kavram olarak gözükmüştür bu kavram bana. Genellikle de bu spekülasyonlar taşkın, “mutantan” bir üslûpla yapılır. Bir tür süper ego doğurmaktır amacı. Hoş; bu spekülasyonları yapanların pek çoğu da , yerlere göklere koyamadıkları “medeniyet” örüntülerinin muhtevâsından bîhaberdir ya…Her neyse…Bu tarz medeniyet spekülasyonlarıyla karşılaştığımda hep Abdullah Laroui'nin “Yaralı Bilinç” kitabında yazdıkları gelir aklıma..Kişisel nam ve hesâbıma tercih ettiğim ve kullandığım kavram “kültür”dür.
Medeniyet kavramının bendeki ürkütücü çağrışımı biraz da Ziyâ Gökalp başta olmak üzere Türkiye'de etkileri çok derin olan sosyolojizmdir. Bu sosyolojizmin “medeniyet” telâkkisi de hayli pozitivist unsurlarla yüklüdür. Bu hâliyle de hayli kaba gelir bana. Medeniyet kavramının , yine beni sıklıkla rahatsız eden kurumsal, siyâsal açılımlarından ayrıca bahsetmeyeceğim..
Eğer medeniyet tartışılacaksa, bunun doğrudan doğruya insan-eşya, insan-tabiat ve insan- insan ilişkilerine dayandırılmasının daha doğru olacağını düşünmüşümdür hep. İşte Akif Emre'nin yazılarında dikkatimi çeken de bu olmuştur. Emek yüklü, sessizce yürüttüğü çalışmalarında Akif Emre'de dikkât çeken de buydu. İnsansız, psikolojist ve sosyolojist bir medeniyet kabalamasının çok dışındaydı yazdıkları. O'nun ölçüleri kaynağını doğrudan hayâttan alıyordu. En çok dikkât ettiği insan-tabiat, çevre, insan-eşya ve nihâyet insan-insan ilişkileriydi. Hayâta saygı hep odağındaydı. Ama hepsinden mühimi, yâni yaşamak kadar “yaşatmaya” verdiği öncelikti. Hâsılı O'nun medeniyet telâkkisi çok canlı ve çok ufuklu bir telâkkiydi..
Bu dünyâya bir Müslümân olarak gelmenin; bu din ile şereflenmenin şuuruna varan o ince edebiyat hissedilirdi yazılarında. Bakışı bir öz algı şişmesi değil; tam tersine hep “öteki”ni kollayan bir bakıştı. Kanonik târih bize gösteriyor ki her din kendi hukûkunu şöyle veyâ böyle inşâ etmiştir. Ama Âkif Emre 'nin ehemmiyet verdiği bu değildi sâdece. O'nu heyecanlandıran başkasının veyâ kendisinden olmayanın hukûkunu da inşâ eden yegâne dînin İslâmiyet olduğunu kavramak ve bu kavrayışla kendisini; modern dünyânın yıkıntıları arasında bu hukûkun somut târihsel izlerini sürmeye adamaktı.. Dikkâtini Mare Nostrum'un iki yakasında; ilki İspanya ; digeri ise Balkanlar'da odaklamıştı.
Balkanlar ve Endülüs İspanya'sının Müslümanlaştırılmasını bâsit bir muzafferiyet, ötekini alt etme ve kendisine tâbî kılma olarak görmedi. Bununla boş bir gurûra kapılmadı. Tam tersine işin içindeki inceliği; yâni “kendisinden olmayanı da yaşatmak” ve onlarla işbirliği gösterme kapasitesi olarak değerlendirdi. Âkif Emre'nin modernlik eleştirileri de İslâmiyet'in taşıyıcısı olduğu bu kapasitenin geriletilmesi ve bunun yerini alabilecek hiçbir şeyin konulamamasıydı. Coğrâfî olarak uzaklıklarına rağmen kronolojik olarak biri diğerine çok yakın olan ve eşleşen bu iki tecrübe; yâni İspanya'nın Müslümanlaşması ve Balkanların Müslümanlaşması parçalı ve ayırımcı modern dünyânın hâkim güçlerini çok rahatsız etti. Sonunda da yapacaklarını yaptılar.
Ha demokrasi diyeceksiniz ..Evet tamam da, şu sorunun cevâbını da verelim isterseniz: Nasıl oluyor da modern dünyânın bütün iletişimsel donanımına sâhip; gelişmiş en ileri demokrasi laboratuarlarından birisi olan Belçika gibi küçücük bir memlekette yaşayan Valonlar ile Flâmanlar birbirlerinden bu kadar kopuk yaşıyor; birbirlerinin suratlarına bile bakmıyor? Ve nasıl oluyor da asırlar evvel çok farklı inanışlara mensup insanlar berâber yaşamanın nimetlerini tadabiliyor?
Âkif Emre işte bu damara tutunarak yaşadı; düşündü ve yazdı.. Kendisine Allah'tan rahmet diliyorum. Kalanlarına da sabır ve metânet.. Allah O'na Cennetinde bir Endülüs Köşkü ihsân eder inşaallah…