Her gün ölüm, her gün şehit haberleri ve dağda “etkisiz hale getirilmiş teröristler.” Biz bu kadarını hak etmedik. Diyelim ki AK Parti barış sürecinde samimi değildi ve asıl amaç, Kürtlerin de desteğini sağlayarak, iktidarını devam ettirmesiydi. Öyle görünüyor ki bu tezi savunanların sayısı da az değil. Onlara göre her şey bir oyalama, her şey bir taktikten ibaretti. Kürt meselesini adamakıllı bir çözüme kavuşturup meseleyi kökten halletmek, AK Parti’nin derdi değildi. O sadece iktidarını korumak, yönetimini garanti altına almak peşindeydi. Tamam, haydi öyle olsun, anladık, bu bir oyalama; peki, bunun cevabı, yeniden silaha sarılıp ortalığı kan gölüne çevirmek mi olmalıydı?
Şimdi şiddet ve savaşın bizlere ne tür acılar yaşattığını, son bir iki aydır TV ekranlarından izlemekteyiz. Öldürülen çocuklar, vurulan siviller, mayın ve kurşunlara hedef olan gencecik polis ve askerler; dağda bir savaş uçağından atılan bomba ile paramparça olmuş bedenler. Ateş düştüğü yeri yakarken, Türk, Kürd veya diğer etnik gruplara mensup yoksul ailelerin küçük evlerine asılan o büyük bayraklar. Hikâyelerini dinlerken yüreğimize düşen o kor ateş. Kimisi ailenin tek evladı,kimisi de “okuması, doktor çıkması için” geceleri aç uyuyarak, bin bir yoksullukla büyütülmüş umutlar.
Bu savaşa mecbur muyduk?
Biz bu savaşa mecbur muyduk? Hangi akıl, hangi vicdan bize bunun kaçınılmaz olduğunu söyleyebilir? Şimdi Kürt cephesinden sorgulayalım. Kabul edelim ki AK Parti oyalıyordu. Bunun için yeniden şiddete yönelecek ne vardı? Kimse çıkıp şu iddiada bulunabilir mi: “Türkiye’de meşru ve hukuki yollarla Kürt meselesini çözmenin hiçbir imkânı kalmamıştı.” Eğer gerçekten böyle bir olanak tamamen ortadan kalkmış olsaydı, o zaman şiddetin farklı bir alternatif olarak devreye girmesi söz konusu edilebilirdi. Ama böyle bir şeyin gerçek olmadığını, genel siyasi tablo gözlerimizin önüne seriyor. Buna en iyi örnek 7 Haziran seçimleridir. Başta HDP olmak üzere, hiçbir siyasi parti seçimlerin adil bir şekilde gerçekleştirilmediğini ileri sürmedi. Kimi yerlerde itirazlar söz konusu olmasına karşın, hemen her parti, seçim sonuçlarının aşağı yukarı seçmen iradesini yansıttığını kabul etti.
Peki, o zaman neden tekrar şiddet ortamına döndük ve herkesin sorduğu bu sorunun cevap veya cevapları ne olabilir?
Birkaç yıldır devam eden -- ve artık Türkiye kamuoyunun da benimsediği -- taraflar arasındaki görüşmeler, daha da ileri götürülemeyecek bir noktaya vardı ve tıkandı. Bu tıkanıklığa siyasi bir çıkış yolu bulunamadığında, taraflardan birinin, taleplerinden bir adım geri atması ve karşı tarafın iradesini kabullenmesi gerekirdi. Kürt tarafının en maksimalist talebi, henüz çerçevesini çok net olarak bilmediğimiz özerklik iken, hükümet, PKK’nin tüm askeri gücünü sınırların ötesine taşıması ve bir daha Türkiye’ye karşı silahlı mücadele içine girmeyeceğini kararlı bir dil ve ikna edici bir yolla ortaya koymasını istedi. Maalesef çok iyi işleyen arabulucu bir mekanizma da geliştirilemediği için, taraflar birbirlerine güvenemediler. İşte tam da bu noktada, Thomas Hobbes’in ünlü önermesinde dile getirdiği “güvensizlikten savaş çıkar” sözü yeniden hayat bulmaya başladı.
Bazen savaş bir muhatap bulma mücadelesidir
Clausewitz savaşı “kendi iradesini düşmana kabul ettirmek” şeklinde özetler; ancak bazen de (belki de çoğu zaman) savaş, bir muhatap oluşturmak veya bir muhatap bulmak mücadelesidir. Kürt akademik Hasan Yıldız, kırk yıldır devam eden bu savaşı gayet yerinde bir tesbitle “muhatapsız savaş, muhatapsız barış” şeklinde ifade etmişti. Ödenen ağır bedellerle oldukça pahalıya mal olan bu savaş, sonunda muhatap buldu; ancak muhataplar, değişen siyasi dengeleri de dikkate alarak pozisyonlarında değişikliklere gitmek veya planlarını revize etmek durumunda kaldılar. Ufak tefek değişiklikler tolere edilebilirdi; ancak uluslararası hesaplar ve dengelerin de devreye girmesiyle, beliren çıkmaz aşılamadı.Siyaset ve uzlaşı temelli bir çözüm üretemeyince, “zor oyunu bozar” kuralı işletilmeye başladı.
Neden şiddete geri dönüldü?
Galiba PKK şöyle düşündü: “Hükümet Dolmabahçe Sarayı Protokolünün arkasında duramadı, cumhurbaşkanı da ‘artık Kürt sorunu’ yok dedi. Bu, bir nevi barış sürecinin bitirildiğinin ilanıdır. Barış masası devrildi.” Bu düşünce PKK’yi iki seçenekle karşı karşıya bıraktı: (1) Şiddet ve silah döneminin bittiğini ilan edip, bundan sonra Kürt meselesinin çözümünde sivil siyasetin temel irade olarak ortaya çıkmasını sağlamak ve tüm imkânları bu yola sarfetmek. (2) Silahlı güç desteği olmayan sivil siyasetin, çözümde muhatap kabul edilmeyeceğine hükmetmek. Eğer geri adım atarsak, bunlar yenildi ve sindi denilecek, Kürt meselesi de çözülmeyecek. Savaşa da, barışa da her zaman hazırız mesajı verilerek, yeniden savaşı başlatmakla tekrardan barış masanın kurulmasını sağlayabiliriz. -- Kanımca bu şekilde bir mantık yürütülerek, ikinci seçenek devreye sokuldu ve böylece yeniden şiddete dönüldü.
Aslında akıl ve vicdan, birinci seçeneğin devreye sokulmasını ve ilk seçenekte ısrar etmeyi dayatıyordu. Üç temel neden, birinci seçeneği öncelikli konuma getirmekteydi: (1) HDP’nin seçimlerde elde ettiği başarı ve sivil siyasetin kazanımları. (2) Rojava’da IŞİD ile bir ölüm kalım mücadelesi içinde iken, Türkiye’de savaş ve şiddet ortamından uzak durmak. (3) Türkiye’de şiddet ortamına dönüşün, Kürtlerin hem içeride hem de dışarıdaki kazanımlarını tehlikeye atacağı gerçeği. Her üç nokta da çok iyi bir analiz yapmayı gerektiriyordu. Ancak nedense hesaba katılmadı. AK Parti, söylemiyle, sözlü olarak “barış sürecinin bittiği”ni ya da “artık bu konuda yapılacak pek şey kalmadığı”nı dile getirse de, fiili olarak şiddeti başlatan taraf olmadı.
Rojava’daki gelişmeler tetikleyici oldu
Suriye ve Rojava’daki gelişmelerin, şiddet ortamına dönüşte tetikleyici bir rol oynadığı da kabul edilmektedir. Türkiye’nin “Kobani ve Afrin’in birleştirilmesi bizim kırmızı çizgimizdir. Cerablus (Kaniya Dilan) ve Azez arasında güvenli bir bölge kurulmalı” içerikli açıklamaları da, yeniden şiddete dönüşte temel gerekçeler olarak ileri sürülmektedir. Uluslararası hukuk Türkiye’nin kendi sınırları dışında böyle bir tasarrufta bulunmasını neredeyse imkânsız kılarken (böyle bir uygulama için ya BM Güvenlik Konseyi kararı ya da Suriye’nin daveti gerekir), bu türden açıklamaları gerekçe gösterip Türkiye’de şiddete başvurmayı haklı kılacak hiçbir durum yok. Kobani ve Afrin’in birleştirilmesi meselesine gelince, biraz tarih bilgisi olup vicdan sahibi olan herkes kabul eder ki, Suriye Baas rejimi 1963 yılında Türkiye ile Suriye arasında “Arap Kemeri” oluşturma politikasıyla Kürtleri yerleri ve yurtlarından sürmeye girişmeden önce, sınır boyundaki nüfus yoğunluğunu Kürtler teşkil etmekteydi. Azez, tarihi bir Kürt yerleşimi olan Kilis’in tam karşısında yer almaktadır. Evliya Çelebi, Seyahatname'sinde, Balkanlar’daki “Kilis” ile karıştırılmaması için, Azez karşısında yer alan “Kilis” için “Kürt Kilisi” kavramını kullanmıştır. Öte yandan Suriye’de bugün bu acıların yaşanmasında, baskıcı bir rejimin Kürtleri kimliksiz bırakmasının da payı var.
Barış masasına dönülür mü, veya nasıl dönülür?
Barış sürecinin baş mimarı olarak Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın işinin kolay olmadığını, her işin büyüklüğü oranında bir risk taşıdığını biliyoruz. Şöyle ki; barış sürecini başlattığında “teröristle görüşülmez, masaya oturulmaz ve pazarlık yapılmaz” deyip, cumhurbaşkanını nerdeyse “hain” ilan edenler, ne hazindir ki bugün bu savaşın tekrar başlamasından cumhurbaşkanını baş sorumlu olarak göstermektedirler. Herhalde Türkiye, savaşmanın da barışmanın da “hainlik” olarak görüldüğü nadir ülkelerden biridir. Böylesine yaman bir çelişkiye ancak Türkiye’de rastlanır. Demek ki boşuna “burası Türkiye” dememişler. Yine ilginçtir, şu anda normalde birlikte hareket etmeleri çok zor görünen şu üç grup açıkça cumhurbaşkanını bu savaştan sorumlu tutmaktadır: (1) Kemalistler (ağrılıklı olarak İttihatçı ve Ulusalcı kanatları); (2) Paralel’ciler (koro halinde tamamı); (3) Kürtler (ağırlıklı olarak HDP çevresi).
Ancak “her şer’den bir hayır doğar” meselesi, bu son çatışmada da zuhur etmiş bulunmaktadır. Sanırım tekrar barış masası kurulduğunda -- ki en büyük temennimiz, bir an önce barış ortamının sağlanmasıdır -- bu kez cumhurbaşkanı çok daha güçlü bir kamuoyu desteğiyle yeni süreçte söz sahibi olacaktır. Şüphesiz bu destek, meselenin artık kan dökülmeden çözülmesi yönünde ortaya çıkmış olan iradedir. Gecenin en zifiri karanlık dönemi, sabaha, gün aydınlığına en yakın olan zamanıdır. Nasıl ki tarih Cezayir meselesi gibi zor bir sorunun çözümünü Fransız devlet başkanı De Gaulle’e nasip etmişse, bu kez de Türkiye’de, Kürt meselesinin çözümünü Cumhurbaşkanı Erdoğan’a nasip etmiş görünüyor. Ben halen umudumu yitirmeden, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın bu şansı değerlendireceğini düşünüyorum. Memleketin, aşırı kutuplaşmadan, kin üzerine inşa edilmiş küçük hesaplardan ve eski Türkiye gündeminden kurtulup yeni bir başlangıç yapması, barışın tesisine bağlı görünmektedir. Aksi takdirde, ne tek partili bir iktidar ve ne de güçlü bir koalisyon, istikrarlı bir yönetimi mümkün kılmayacaktır. Sonuç olarak bir an önce, acılarımızı daha çok artırmadan, “kanı kan ile temizleme” tuzağına düşmeden, “muhatapsız sava”ştan “muhataplı barış” ortamına dönüş yapılmalıdır.
* Abdullah Kıran / Muş Üniversitesi Öğrt. Gör.
( Serbestiyet )