Mustafa Öztürk’ün konuyla ilgili bugünkü Karar’da (19 Ağustos 2017) yayınlanan “Dinden Soğutan Din Tartışmalarımız” başlıklı yazısı şöyle:
Son zamanlarda tanık olduğumuz din eksenli birçok tartışmada bazı çevreler örgütlü mafyatik yapıları anımsatan tavır ve tutumlarıyla dikkat çekiyor. Bu çevreler dinî alanda cümle âleme nizam verip herkesi terbiye etmeyi kendilerine vazife edinmiş görünüyor. Özellikle kendilerini “Ehl-i Sünnet”çi olarak tanımlayan bir grup var ki bunlar muhalif olarak mimledikleri herkesin defterini dürmeye çalışıyor. Bu minvalde kimi zaman hedef gösterme gibi süflî usullere başvuruluyor, kimi zaman “Falancayı OHAL kararnamesiyle ihraç edin” mealinde naralar atılıyor, kimi zaman bazı ilmî kurumlara, “Kur’an’ı inkâr merkezi” gibi çirkin yaftalar yapıştırılıyor, kimi zaman “b...k yemek/yedirmek” gibi ifadelerle muarız çevrelere çok çirkin hakaretler yağdırılıyor. Bütün bu rezilliklerin failleri ihtimal ki bir yerlerden destek ve himaye görüyor. Zira kendi özgül ağırlıklarından hareketle böyle bir kabadayılığa soyunmaları pek olası görünmüyor.
***
Öte yandan, bu taife öteden beri dinî alanda geleneğe yaslanmanın rantını devşiriyor. Geleneğe yaslanmak hem büyük rant sağlıyor hem de düşük maliyetle güç ve nüfuz sahibi olma imkânı bahşediyor. Toplumsal çoğunluğu temsil eden avâm-ı nâs tarih boyunca geleneksel dinî anlayışı benimsediği ve bu hâkim anlayış çok yönlü okuma, girintili çıkıntılı düşünerek anlamaya çalışma, sorgulama, tartışma gibi ilmî ve entelektüel faaliyetlere pek ihtiyaç hissettirmediği için, dinî alanda gelenekçi söylemi sahiplenmek hakikaten büyük kâr getiriyor. Hele de zamanın ruhu ecdat edebiyatını kıymete bindiriyorsa, gelenekçilik çok daha kârlı bir söylem haline geliyor. Bütün bunları söylerken asıl konumuz ve sorunumuzun dinî alanda gelenekçi veya yenilikçi yaklaşımı benimsemeyle ilgili olmadığını da not etmemiz gerekiyor.
Asıl can yakıcı sorunumuz din ve dinî değerlerin kavga gürültü konusu olması, hemen her dinî tartışmanın tabir caizse karakolda sonlanmasıdır. Daha da kötüsü, söz konusu tartışmalarda kimi zaman edep ve haya sınırlarının zorlanması, hatta vaaz kürsüsünden “B…k ye!” gibi tiksinç bir ifadenin pervasızca kullanılması, buna mukabil bir başka figürün televizyon ekranında muarızına deve sidiği içme teklifinde bulunmasıdır. Geldiğimiz nokta itibariyle dinî tartışmalar maalesef “katı” ile “sıvı” arasında cereyan edecek kadar pespayeleşmiş durumdadır ki bu durum hakikaten büyük bir yıkımdır. Dinî alanda kendi ellerimizle yarattığımız bu büyük yıkımın yakın gelecekte dinden ve dindar kitlelerden illallah etmiş jenerasyonlar üretmesi kaçınılmazdır.
Bugün dinî kimlikleriyle ön plana çıkan pek çok tanınmış kişi veya grup arasında cereyan eden ve seviye itibariyle yerlerde sürünen tartışmalar hepimiz için gerçekten çok büyük bir ayıptır. İtiraf etmek gerekir ki bu vahim tablonun oluşmasında hemen her birimizin az çok payı vardır. Öte yandan, içinde bulunduğumuz bu berbat durum kendi kendimizi el âleme karşı rezil rüsva etmenin belki de en dramatik fotoğrafıdır. Şu andan tezi yok, öncelikle bizzat kendimize “Artık yeter!” deme zamanıdır. Zaman aklımızı başımıza devşirme zamanıdır. Zaman kendi “ben”imize dönüp, “Bize ahlak, erdem lazım değil mi?” diyerek kendi kendimizi hesaba çekme zamanıdır. Keza zaman sahih dinî anlayışı savunmak adına bu kadar pespaye bir dil ve üslup kullanmanın cevazını hangi dinî kaynaktan aldığımızı sorgulama zamanıdır. Zira hem müslüman hem ahlaksız olma lüksümüz yoktur. Keza dinî alanda hakikatin tek temsilcisi edasıyla konuşma hakkımız da yoktur. Bizden farklı düşünen ve farklı bir görüşü benimseyen insanları mafyatik usullerle susturma hakkımız da yoktur. Muhtelif dinî meselelerde benimsediğimiz her bir farklı görüş ve anlayışın sonuçta birer kavil, mezhep ya da yorumdan ibaret olduğu malumdur. O halde bırakın birçok kimse bizden farklı düşünsün, farklı görüş ve kanaatleri duyup dinlesin ve hangi görüşü benimseyeceğine kendi özgür iradesiyle karar versin...
***
Dinî alanda çok seslilik ne yazık ki öteden beri pek hoş karşılanmamış, güçlü olan taraf zayıf olanı her zaman saf dışı bırakmaya çalışmıştır. Daha kışkırtıcı bir şekilde ifade etmek gerekirse, dinî düşünce geleneğinde çoğulcu demokrasi kültürü neşv ü nema bulmamıştır. Belki de bu durum her bir dinî öğretinin hakikat konusunda şerik tanımaması ve bu durumun genel kabul gören dinî yoruma yansımasıyla alakalıdır. Her neyse, İslam geleneğinde İmam Ebû Hanife’ye ne kadar ağır hakaretlerde bulunulduğu ve bu hakaretlerin Ehl-i hadis ekolüne mensup ulemadan sadır olduğu malumdur. Tahkir ve tezyif geleneği halen cari olduğundan tarih ne yazık ki bugün de tekerrür durumundadır. Umudumuz, her birimizin müslümanca duyarlılığa yaraşır bir vicdan ve ahlak sahibi olma ihtiyacı duymasıdır. Aksi halde kendi ellerimizle yaptığımız yıkım İslam dininin en azından bu topraklardaki istikbalini karartacak ve bu büyük cürmün hesabı rûz-i mahşerde hepimize sorulacaktır.
Kaynak: Karar Gazetesi