AK Parti iktidarının hangi koşullarda Gülen Cemaati’yle ittifak kurduğunu anlamak için, 2002’den itibaren karşılaştığı düşmanca atmosferin kronolojik bir dökümünü yapmaya başlamıştık...
3 Kasım 2002 seçimlerinden birkaç gün önceydi (tam olarak 31 Ekim 2002)... Dünyaya gözlerini açalı henüz birkaç ay olmuş Vatan gazetesi, dört gün sonraki seçimlerin “tatsız” bir biçimde sonuçlanması durumunda beş yıl sonra ortaya çıkacak bir “tehlike”ye işaret ediyordu...
“DİKKAT! Yeni cumhurbaşkanını yeni meclis seçecek” başlıklı haberde, şayet seçimleri Adalet ve Kalkınma Partisi (AK Parti) kazanırsa, 2007'de yapılacak olan cumhurbaşkanlığı seçiminde, bu partinin parlamentodaki gücünü kullanarak kendi istediği birini Çankaya'ya çıkartabileceği hatırlatılıyordu.
Haber, “Çankaya'nın önemi arttı” manşetinin hemen altında, onunla bağlantılı olarak düzenlenmişti. “DİKKAT” sözcüğü “tehlike”yi daha iyi vurgulayabilmek amacıyla kırmızı zemine oturtulmuş, altı da özenle çizilmişti...
Şimdi diyebilirsiniz ki, bunun neresi haber; yeni cumhurbaşkanını tabii ki yeni meclis seçecek... Bugünden bakıldığında tuhaf görünebilir ama, 2002 seçimleri yaklaşıp da AK Parti’nin birinci parti olması ihtimali belirdiğinde, onun neyi ne kadar yapacağı, sınırlarının ne olduğu hususunun altını çizen bu türden “uyarı-haber”ler, dönemin merkez medyasının standart haberleri arasında yer alıyordu.
Bakın bu ilginç “uyarı-haber”in devamında neler vardı: “Cumhurbaşkanı Sezer'in görev süresi 16 Mayıs 2007'de bitiyor. Anayasa'ya göre Sezer'in ikinci kez seçilme şansı yok. Kasım'da oluşacak yeni meclis, bir erken seçime gidilmezse, 2007 Kasım'ına kadar görev yapacak... Bu durumda Mayıs 2007'de göreve gelecek Cumhurbaşkanı'nı da bu meclis seçecek. Cumhurbaşkanında milletvekili olma şartı aranmadığı için, yasakları kalkarsa Tayyip Erdoğan'ın da cumhurbaşkanı seçilme şansı var.”
Daha seçimi bile kazanmamış bir partinin, beş yıl sonrasına dair muhayyel ve meşru bir adımını “tehlike” alarmıyla karşılamak hiç şüphesiz çok ilginç bir gazetecilikti... Tabii bir yandan da “öngörülü” bir haber-yorum olduğu söylenebilirdi. Çünkü böylece Türkiye'de 2007'de gerçekten kıyametin kopacağını ve bazı "irade"lerin hareketlerini 2007'ye endeksli olarak düzenleyeceklerini beş yıl öncesinden “öngörmüş” oluyordu.
2002-2007 arasında gerçekten de kıyamet koptu.
Bazı “irade”lerin genel stratejisi belliydi: 2007'ye kadar bu iktidarın “takiye”leri ortaya çıkarılmalı, “gerçek yüzü” teşhir edilmeliydi... O kadar ki, 2007 seçimleri geldiğinde -eğer o tarihe kadar iktidarda kalabilmişse- AK Parti, bir AK Parti'liyi “Atatürk'ün makamına” çıkarmaya cesaret edemesin...
Programı bile belli olmayan iktidara darbe girişimi
3 Kasım 2002 seçimlerinin hemen sonrasından itibaren AK Parti etrafında örülmeye çalışılan ablukanın, darbe planlarını da içerdiği yıllar sonra ortaya çıktığında, pek fazla rağbet gören bir argüman vardı: “Programı bile belli olmayan partiye karşı darbe mi yapılırmış?”
Bu kişilerin anlamadıkları, anlamak istemedikleri ya da anlamaz göründükleri şey şuydu: AK Parti, yapıp ettiklerinden ya da yapıp edeceklerinden, yani programından dolayı değil, kimliğinden dolayı devrilmeyi hak ediyordu ve programını beklemeye hiç gerek yoktu!
Bunu, en açık ve en dürüst bir biçimde ilk ifade edecek olan siyasetçi Doğu Perinçek olacaktı, hem de 3 Kasım 2002 seçim sonuçlarının belli olmasından sadece birkaç saat sonra...
3 Kasım 2002 gecesi, Ulusal Kanal
3 Kasım 2002 seçiminin gecesinde herkes gibi ben de öncelikle seçime katılan altı büyük partinin (Demokratik Sol Parti, Doğru Yol Partisi, Anavatan Partisi, Cumhuriyet Halk Partisi, Milliyetçi Hareket Partisi, Adalet ve Kalkınma Partisi) oy oranlarını merak ediyordum. Fakat kişisel olarak ben bir de Doğu Perinçek’in İşçi Partisi’nin durumuyla ilgiliydim. Çünkü bu partinin televizyonu Ulusal Kanal, seçime birkaç hafta kaladan başlayarak Genel Başkan Doğu Perinçek'in ağzından “İşçi Partisi'nin barajı geçtiğini, Millî Güvenlik Kurulu'nun yaptırdığı anketle de bunun kesin bir şekilde doğrulandığını” duyurmuştu izleyicilerine... Merakım bundandı...
Seçim gecesi İşçi Partisi’nin her zamanki gibi yüzde sıfır virgüllü bir oy aldığı anlaşıldığında, ben de kalemi kâğıdı alıp Ulusal Kanal’ın karşısına geçtim; Doğu Perinçek’in bu sonucu nasıl tevil edeceğini not edecek, sonra da bu notlardan faydalanarak bir yazı yazacaktım. Bunları söylüyorum, çünkü aşağıda okuyacaklarınız, işte alınmış o notlara ve sıcağı sıcağına kaleme alınmış o yazıya dayanıyor; zihnimde kalanlara değil.
“Meşru değilsin, 3-5 aylık ömrün var”
Umulanla bulunan arasındaki kahredici fark, seçim gecesinde kanalda garip bir isteksizliğe yol açmıştı. Hatta saat 22.00 civarında alakasız klipler, eğitim programları falan görülmeye başladı ekranda. Bundan bir süre sonra da İşçi Partisi Genel Başkanı Doğu Perinçek çıktı sahneye. Format, Perinçek'in kendisine soru soran iki kişiyi cevaplandırması esasına dayandırılmıştı.
Sorular, “Biz size güvendik, İşçi Partisi geliyor neşriyatı yaptık, şimdi ne olacak, nasıl ayıklayacağız bu pirincin taşını” mealindeydi ve ilki de şöyleydi: “Siz seçimlerden önce AK Parti'nin de CHP'nin de iktidar olamayacağını söylemiştiniz, şimdi ortaya çıkan manzaraya ne diyorsunuz?”
Perinçek, “Olamayacaklar, hep birlikte göreceğiz” dedikten sonra, üç-beş aylık bir iktidarın mümkün olduğunu, ama “Millî Kuvvetler”in kesinlikle onları devireceğini söyleyerek başladı cevabına. Perinçek, “Seçim sonuçlarına saygı duyma, halkın iradesi” gibi itirazların geçersiz olduğunu söyleyerek devam etti sözlerine: “Milletler de gaflete düşer, yüzde 35 gaflete düşmüştür, zaten o yüzde 35 birkaç ay sonra İşçi Partisi'ne gelecek ve elimiz kırılsaydı da onlara oy vermeseydik, diyecek...”
Bu sözleri, o geceden “üç-beş” ay sonra nelerin olduğunu yıllar sonra öğrendiklerimizle birleştirerek hatırlamalıyız: 3 Kasım 2002'den “üç-beş ay” sonrası, tam olarak Birinci Ordu'daki Balyoz semineri günlerine (3-5 Mart 2003) denk geliyor!
Doğu Perinçek’in “Milli Kuvvetler”den neyi kast ettiği artık anlaşılabiliyordu.
Perinçek, “Kurulacak yeni hükümetin önünde tek bir yolun, sadece 'ihanet yolu'nun kaldığını, bu nedenle millet iradesine saygı göstermeyeceklerini” tekrarladı ve “İşçi Partisi olarak Atatürk'ten aldığımız ilhamla yarından itibaren bunları yıkmak üzere çalışmaya başlıyoruz” diyerek bağladı sözlerini...
Devlette ve toplumda seçimleri meşru görmeyen, ortaya çıkan “millet iradesi”ni saygıya layık bulmayan milyonlarca insan vardı o günlerde.
Askeri vesayetin bütün ağırlığıyla ülkenin üzerine çöktüğü o dönemde, askerlerin artık sivillerin de “ellerini taşın altına sokma” çağrıları boşuna değildi. Bu çağrı, “bu defa birlikte hal’edelim” anlamına geliyordu ve zaten devamı da öyle geldi.
AK Parti-Cemaat ittifakı: Vur, fakat dinle (3)
Daha ikinci ayda mini 28 Şubat: ‘8 Ocak 2003 süreci’
AK Parti iktidarı hangi koşullarda Gülen Cemaati’yle ittifak kurdu ya da buna mecbur kaldı? AK Parti, 2002’den itibaren düşmanca bir atmosferle karşılanmak yerine meşru bir iktidar olarak kabul edilseydi Cemaat’le bu kadar yakın bir ilişki içine girer miydi? Bu soruların cevabını aramaya yönelik yazı dizimiz, hatırlayacaksınız, ilhamını Hidayet Tuksal’ın şu cümlelerinden almıştı:
“Gülen kadrolarına bürokraside büyük yer açan AK Parti’nin günahları yüzüne vurulurken, nedense pek kimse, asıl büyük günah sahiplerine dönüp bir şey söylemiyor. Onların da şöyle bir özeleştiri vermeleri gerekmez mi? (...) ‘Bir yandan bu milletin dinî inançlarını, örfünü, âdetlerini, alışkanlıklarını, gündelik yaşam pratiklerini aşağıladık; bir yandan da bütün kapıları tutup, onları küçük, verimsiz, elverişsiz dış alanlara hapsetmeye çalıştık. Onların kendileri olma haklarını engelledik, çünkü onları o halleriyle sevmiyor, hattâ nefret ediyorduk. Bunu da pek gizleme gereği duymadık.’” (‘Evet, Biz hata yaptık!’,Serbestiyet, 6 Ağustos).
Bugünlerde, “Evet, biz hata yaptık!” demek yerine bol bol iktidarın Cemaat günahlarını sayıp döken çevreler, AK Parti’nin iktidarı aldığı 3 Kasım 2002’den sonra nasıl bir performans sergilemişlerdi?
Bu hafıza tazelemesi kapsamında geçtiğimiz hafta, birincisi 3 Kasım 2002 seçimlerinden dört gün öncesine, ikincisi seçim gecesine rastlayan iki “performans” üzerinden, AK Parti’nin daha seçilmeden ve seçildiği gece bir “parti” olarak değil, bir “tehlike” olarak kodlandığını görmüştük.
Yazı dizimizin bu bölümünde ise AK Parti hükümetinin henüz ikinci ayında ortaya çıkan bir asker-medya prodüksiyonundan söz edeceğiz... Şimdi tamamen unuttuk ama, az buz bir prodüksiyon değildi. Gelin birlikte hatırlayalım ve karar verelim: Daha “programı bile netleşmemiş” bir iktidara karşı askerlerin ve medyanın birlikte kotardığı böyle bir “performans” karşısında, Cemaat’in bürokrasideki ve medyadaki gücünü arkasına almaya çalışan bir iktidar tablosu çok mu anlaşılmaz?
İkinci ayda, 28 Şubat’a nazireyle: “8 Ocak süreci”
3 Kasım 2002 seçimlerinin ardından ilk AK Parti hükümeti, Recep Tayyip Erdoğan siyasi yasaklı olduğu için Abdullah Gül tarafından kuruldu (18 Kasım 2002).
İlk arıza Aralık 2002’deki Yüksek Askeri Şûra'da ortaya çıktı. Başbakan Gül ve Milli Savunma Bakanı Vecdi Gönül, Şûra kararıyla ordudan atılan askerlerin mahkemeye başvurma haklarının olması gerektiği gerekçesiyle ihraçlara şerh koydular.
(Tam burada, “İşte bak, o şerhler olmasaydı TSK’daki Fetullahçılar ihraç edilebilecekti” demeye hazırlanan okurlar, bu parantez size: O ihraç talepleri “karısı tesettürlü”, “düzenli namaz kılar” vb. gerekçelerle bağlantılıydı; kendilerini gizlemek için her yola başvuranlarla, icabında namazı dahi “göz ucuyla” kılanlarla bağlantılı değildi.)
Yüksek Askeri Şûralar tarihindeki bu “ilk”, yalnız askerler arasında değil, “askerin sivil hükümetlerin denetiminde olması” prensibini ordu düşmanlığı sayan “siviller” arasında da bir şok etkisi yaratmıştı.
Emekli orgenerallerden Necati Özgen’e göre, “Bu iş Türk Silahlı Kuvvetleri'nin birliğini bozmaya yönelikti.” (Star, 1 Ocak 2003).
Görevdeki orgeneraller de Özgen gibi düşünüyorlardı. 8 Ocak'ta (2003) Genelkurmay Başkanlığı'nda önde gelen gazetecilere bir resepsiyon verdiler ve “YAŞ şerhleri“ ile “türban” üzerinden “irtica uyarısı”nda bulundular.
Medyayı tatlı bir heyecan sarmıştı, merkez medya gazeteleri sevinçlerini gizleyemiyorlardı. Manşetler şöyleydi:
Milliyet, “muhtıra gibi”; Akşam, “Özkök'ten müthiş mesajlar: YAŞ'taki şerh irticaya cesaret vermiştir”; Cumhuriyet, “İrticayı cesaretlendirdiler”; Hürriyet, “Askerden bomba gibi mesajlar”; Sabah, “Askerden ağır uyarı”; Habertürk, “Genelkurmay Başkanı zehir zemberek”; Posta, “Asker ağır konuştu”; Radikal, “Askerden ilk eleştiriler”; Vatan, “İrticaya cesaret verdiler...”
“Herkes YAŞ mı kuru mu gördü..."
Köşelerde, askeri vesayetin bütün çıplaklığıyla kendini gösterdiği bu gelişmeyle ilgili olarak askerleri eleştiren, hükümetin “şerh” kararının hiç değilse hakkı olduğunu söyleyen birilerine rastlamak mümkün değildi.
Ertuğrul Özkök, ordudan atılanlara yargı yolunun açık olmaması gerektiğini savunduğu yazısında, “Müslümanlar ulülemre yani devlete itaatle yükümlüdürler” diye yazdı (Hürriyet, 10 Ocak 2003). Yani Özkök'e göre askerin kestiği parmak acımazdı...
Bazı yazarlara göre bu yeni bir 28 Şubat'tı, zaten oradan kalkarak, olan bitene, “28 Şubat süreci”nden mülhem, gönüllerindekini sergileyen bir ad da verdiler: “8 Ocak süreci...”
Köşelerdeki sevinci yansıtan birkaç örneği de hatırlayalım:
Hikmet Çetinkaya (Cumhuriyet): "Orgeneral Özkök haklıydı! (...) Türkiye'nin bunca ekonomik sorunu varken AKP'nin iktidar olmasıyla birlikte gündeme 'sıkmabaş' giriyor, laik demokratik Cumhuriyetin temeline dinamit koymak isteyenler 'demokrasi kahramanı' olarak ortaya çıkıyorlardı..."
Mustafa Balbay (Cumhuriyet): "'Kırmızı çizgiler' tanımı, diplomatik bir kavramdan öte kurumların, devletlerin kesinlikle kabul edemeyeceği durumlar olarak dilimize yerleşti. Özkök konuşmasında bunların altını çizdi..."
Tufan Türenç (Hürriyet): “Hiç kuşku yok ki, Türk Silahlı Kuvvetleri, yürekten bağlı olduğu Cumhuriyet'in temel değerlerini, siyasi iktidarın paylaştığından kuşku duyuyor. Kabul etmek gerekir ki, bu kuşkuyu gidermek siyasi iktidarın görevi olmalıdır...”
Ertuğrul Özkök (Hürriyet): "Orgeneral Özkök, deyim yerindeyse, kadife eldiven içinde demir bir yumruk çıkardı..."
Güngör Mengi (Vatan): "Bu uyarıcı eleştiriden hükümet tehlikeli sulara kendisini çeken çevreleri bastırmak amacıyla yararlanmaya baksın. Laikliğe kazık atmakla yitirilecek zamanı yok Türkiye'nin..."
Erdal Şafak (Sabah): "Genelkurmay Başkanı Orgeneral Özkök'ün basın kokteylinde sözcüklerin üstüne basa basa okuduğu, daha sonra da tüm gazetecilere dağıtılan 8 sayfalık metnin, 28 Şubat'taki MGK toplantısının ardından yayınlanan bildiriden anlam ve ağırlık olarak pek farkı yok..."
Yavuz Donat (Sabah): "'Olay'a nasıl bakılırsa bakılsın... Ortada bir 'gerçek' var: 'Karizmanın çok erken çizildiği' iyi olmadı. (...) 'Teşbihte hata olmaz' bu olay da umarız yönetime bir ders olur..."
Şakir Süter (Akşam): "Ordu, 'meydanı boş sanmayın, biz buradayız' demek ihtiyacını hissetmiş. Bizim için hiç sürpriz olmadı; bu açıklamalara şaşıranlara 'günaydın' diyoruz!.."
Nuray Başaran (Akşam): "Siyasi iktidar ile devlet iktidarı farklılığının uyarısı yapılmıştır."
Hakan Aygün (Habertürk): "Laik Kuvvetler'in resepsiyon tatbikatı..."
Altemur Kılıç (Habertürk): "Genelkurmay Başkanı Hilmi Özkök (...) bundan böyle herhalde '8 Ocak olayı' diye anılacak zarif, ince bir balans ayarı yaptı..."
Atilla Yeşilada (Habertürk): (...) Herkes YAŞ mı kuru mu gördü..."
Fikret Bila (Milliyet): "Org. Özkök'ün kırmızı çizgileri, Cumhuriyet'in temel nitelikleriydi. Bu niteliklere dokunulamayacağını, bunu amaçlayan davranışların hoş görülemeyeceğini vurguladı..."
Güneri Cıvaoğlu (Milliyet): "Org. Özkök, 'TSK'nın inançlara saygılı olduğunu, ama bir simge olarak türban dayatmasını kabul etmediğini' de söyleyerek Atatürkçü ve laik çizgilerle oluşan bir çerçeve çizmiştir..."
Medya “anlıyor” ve...
Seçimle iktidara gelmiş bir partiye, daha ikinci ayında “gazetecilere resepsiyon” üzerinden “ayar” veren bir ordu... Bunda hiçbir sorun görmeyen, hatta “daha, daha” diye el artıran bir medya ve onların bunalttığı iktidarın bir an önce çekip gitmesi için heyecanlanan, “gitsinler de kim gönderirse göndersin” diyen milyonlar...
Madalyonun bu yüzünden hiç söz etmeyip, öbür yüzünü (“Cemaatle ittifak kuran iktidar partisi”) hakikatin tamamı gibi sunmayı, siyasi yarar ölçüleriyle anlaşılabilir bir şey sayabiliriz belki. Fakat böyle bir yaklaşım ne hakkaniyetli olur, ne de bundan sonrası için bize yol gösterebilir.
Medya, “8 Ocak 2003 resepsiyonu”nu, bundan sonra ne yapması gerektiği hususunda kendisine verilmiş bir brifing gibi algıladı ve hiç vakit geçirmeden harekete geçti... Ocak-Nisan arasındaki üç ayda gazeteler ve televizyonlar, Jandarma kaynaklı “irtica geliyor” haberleriyle doldu taştı.
23 Nisan 2003’te Ankara’da Meclis’te yaşananlar ve İstanbul’da, Birinci Ordu’da Mart 2003’te yaşanıp da yıllar sonra açığa çıkacak faaliyetler, bu haberlerin bir “altlık” olduğunu gösteriyordu.
* Alper Görmüş - Serbestiyet.com