Holokost tarihin seyrü seferinde bir yoldan çıkma mıydı yoksa Batı şiddetinin bir şahikası mı? Enzo Traverso, Nazi şiddetinin kökenlerini araştırdığı kitabında bu soruya cevap arar. Bu mühim bir soru zira Nazi suçları, çokları bizi aksine inandırmaya çalışsa da, tarihin içinde bir Big Bang patlamasıyla, kendiliğinden, durduk yerde ortaya çıkmadı. Liberal Avrupa modernleşmesinin bir şahikası, bir tepe noktası olarak da okunabilir Holokost.
Nazi rejiminin ayak izlerini geriye doğru takip ettiğinizde, temerküz kamplarının ta kökünde, Avrupa modernleşmesinin yarattığı bir dizi olgunun kesişimi görülür: Öldürmenin sanayileşmesi, ölümün gayrı insanileştirilmesi ve kolonyalist zihniyet Nazi barbarlığını hazır hale getirmiştir. O yüzden Nazi suçları Batı tarihinde bir sapma veya bir anomali değil; teknik, kültürel ve ideolojik öncülleri olan doğal bir uğraktır. Traverso’ya göre Nazizmin biricikliği, Batı’ya muhalefetinde değil, münhasıran Batıya özgü olan pek çok şiddet türünün dehşet verici bir karışımı olmasında yatar. Giyotin, makineli tüfek, hapishane, toplama bandı, ırkçılık ve öjeni, birinci Cihan Harbi’nde ve sömürge savaşlarındaki katliamlar, evet bütün bunlar toplumsal evreni ve zihinsel manzarayı şekillendirmiş ve bu zeminde Nihai Çözüm tasarlanarak hayata geçirilmiştir. Auschwitz’i mümkün kılan fikirler, Avrupa’nın kıyısından köşesinden değil, ana akımından neşet etmiştir. Yani gaz odaları ‘uygarlıkta bir mola’ değil bizatihi o uygarlığın yüzlerinden biridir. Giyotin insanların hayvan gibi boğazlanabileceğini gösterdi, cellat ahlaki sorumluluktan muaf tutulabilirdi.
Hapishane askeri ölçütlere göre organize edildi ve mahkumları sıkı bir disiplin ve gözetim altında tutarak onların iş gücünden yararlanılabileceğini gösterdi. Fabrika, işi parçalara bölerek işçinin yabancılaşmasını ve insanlıktan çıkmasını beraberinde getirdi. Fabrikalar etrafında kurulmuş şehirler ve iş yerleri, insanın toplumdan yalıtılarak emek gücünün suiistimal edilebileceğini gösterdi.
Afrika’nın sömürgeleştirilmesi yerli halkın nasıl kitleler halinde imha edilebileceğini gösterdi. İlk cihan harbi, ‘kahraman asker’in yeri geldiğinde savaş makinesinin hizmetinde bir işçiye dönüşebildiğini, düşmanın ırkçı bir tutumla nasıl insanlıktan çıkarılabildiğini gösterdi. Bütün bu değişimlerle birlikte ahlaki kayıtsızlık da sökün etti ve bürokratik yararlılık her şeyin önüne geçti. ‘Çalışmak özgürleştirir’ yazıyordu temerküz kampının girişinde, aslında kölelik çok daha önceleri, insan yaptığı işe yabancılaştığında başlamıştı. Ve sömürgecilik bize aşağılık kara derili ırkın daha üstün uygarlık karşısında yaşamaya hakkı olmadığını, önünde sonunda tarih sahnesini terk edeceğini, dolayısıyla onun üzerinde şiddet uygulamanın mubah olduğunu çok daha önce fısıldamıştı.
Sıradan bir Alman için geçmişin bu ağır yüküyle dolaşmak çok zor, Almanya adeta kendisinden kaçmak için Avrupa idealini mesken ediniyor. Geçmişin hayaleti onu bir gölge gibi izliyor ve rahatlık vermiyor. Sıradan bir Alman kendisini bir dünya vatandaşı, özgür dünyanın özgür bir yurttaşı olarak görmek istiyor ve sırtındaki tarih kamburunu gizlemek derdinde. Almanlığa iliştirilmiş kollektif suçluluk ve sorumluluk duygusu, kendi kimliğini bir Avrupalı olarak kurmak suretiyle bir ölçüde telafi edilmiş oluyor. Oysa, Faulkner’in söylediği gibi, ‘Geçmiş asla ölmez, hatta geçmez bile’. Bir trajedi vuku bulurken ona sessizce katılan milyonlar ve onların çocukları, suça sessiz kalmanın utancını bir kollektif suçluluk duygusu olarak yaşamaya devam eder. İnsanlar, sonuçların gözden ırak olmasıyla kendi rolleri ve sorumlulukları hakkında soru sorma ihtiyacı hissetmez ve en zalimce eylemlerin bir parçası haline gelebilirler. Başkalarının başına getirdikleri felaketlerin travmasıyla baş edebilmeleri gerekiyor Almanların.
Günümüz Almanya’sında bir ‘yas tutamama’ halinden söz edilir: Pek çok Alman ailesi kıyısından köşesinden Nazi terörüne ortak olmuş, sessizlikleri veya işbirlikçi tutumlarıyla suça bulaşmışlardır. İşte bu yüzden anne babalar ne kendi duygularını tam olarak aktarabilmiş ne de çocuklarının duygularını paylaşmaya güç yetirebilmişlerdir. Ebeveynleri bozguna uğramış bir ulusun çocukları, perişan olmuş anne babalarına destek olmuş ve bu arada, kendi duygularına dönecek ve kendi ıstıraplarını çözümleyecek bir destek ve dikkatten mahrum kalmışlardır. İşte bu kuşak kendi biyografilerine karşı uyuşmuş bir kuşaktır: Olguları bilir ama onlar karşısında bir duygu göstermezler, onlar, derinden kavrayamadıkları bir tarihin sessiz varisleridirler. Şimdi, son tasarıyla, kendi bilinçdışı suçluluk duygularını bize ödünç vererek rahatlamak ister gibiler.
Acı veren olayı uzak geçmişe itmekle duyulan kollektif suçluluk azalacak ve böylece kollektif özgüven de hırpalanmamış olacaktır. Bir insana kişisel başarısızlığını hatırlattığınızda onu ‘çok uzak’ bir geçmişte yaşanmış gibi algılar, oysa kişisel başarılar daha dün gerçekleşmiş gibidir. Zihnimiz zaman algısını işine geldiği gibi eğip büküyor. Otobiyografik zaman algımızdaki kaymalar kişisel kimliğimizi nasıl koruyorsa, kollektif kimliğimiz de tarihsel zaman algımızı değiştirerek savunulabiliyor. Saldırganlığın tarihin derinliklerine ait kılınarak toplumsal hayatta hala süren izlerinin ( mesela ırkçılık veya yanancı düşmanlığı) silinmesi, kollektif kimliğin sürdürülmesine hizmet ediyor. Oysa suçluluk hissi ne kadar yüksek olursa düzeltme ve onarma gayreti de o kadar güçlü olacaktır. Nazi geçmişiyle iyiden iyiye hesaplaşabilen bir Almanya, günlük hayatta her an hortlamaya hazır bir biçimde bekleyen ırkçılığı de bertaraf edebilirdi. Kimileri bir ‘schlusstich’ öneriyor, bir tarihsel kapanma, Nazi Almanyası ile bugünün Almanyası arasına bir duvar örmeyi ve geçmişin günahlarını bir suçluluk bulutu halinde bugüne taşımamayı tartışıyorlar. Ne de olsa ‘artık acı çeken bir Yahudi yok’ demeye getiriyorlar. Kollektif suçluluğun devam etmesi için mağdurun hala acı çekiyor olması gerektiğini dile getiriyorlar. Peki mağdur yer değiştirmiş olamaz mı? Belki de mağdur o zaman ve şimdi hep aynı kişiydi, Nazi kamplarında adına Muselmann denen kişi. Müslüman. Zayıf düşürülmüş, insanlıktan çıkarılmış, ölümü bekleyen, secdeye varır gibi bir halde olduğu için Müslümana benzetilen kişi. Solingen’de barbarların yaktığı Türk, sınırdan yüz geri edilen Suriye’li bugünün ‘Muselmann’ıdır.
Ölüm kamplarını ve Muselman’ı aynı uygarlık üretmiştir ve bugün o uygarlık kendi deneyim dünyasıyla doğrudan ilgili olmayan eylemlere karşı ahlaksal kayıtsızlığa da alıştırmaktadır müntesiplerini. Suriye, Irak, Afganistan, Libya ve Mısır dikenli tellerle çevrilmiş kocaman ölüm kamplarına dönüştürülmektedir. Oysa günümüzün modern/akılcı/endüstriyel/bürokratik toplumunda, Zygmunt Bauman’ın ferasetli bir biçimde dile getirdiği gibi ‘insan eylemlerinin etkisi, ahlaksal görüş mesafesinin bittiği noktanın ötesine uzanmaktadır’. Nasıl kanlı bir geçmiş hissediş mesafesinin uzağına yerleştiriliyorsa, bugünün kurbanları, ‘yeni Muselmann’lar da görüş mesafesinin uzağına yerleştirilerek ahlak askıya alınıyor. Binlerce insan denizlerde boğuluyor, milyonlar yurdundan sürülüyor, varil bombalarıyla ölüyor veya sakat kalıyor. Ama artık savaş etiği ‘bir uzaklık ve teknoloji meselesi haline gelmiş gibidir. Uzaklardaki insanları karmaşık silahlarla öldürmüşseniz asla yanlış yolda değilsinizdir’.
Ahlak, ötekine karşı duyduğumuz sorumlulukla başlar. Ne tarih görülmeyecek kadar uzağa gidebilir, ne de insan. Almanya önce kendi yasını tutsun. Biz kendi yasımızı tutarız.
Kemal Sayar - Serbestiyet