Mevzime Döneceğim...
1960’lı yıllarda Hakkâri’de doğmuşsanız eğer, hayata “Kürt” ve “solcu” olarak başlamaktan başka bir seçeneğiniz yoktur.
Benim de olmadı.
“Kürt olmak” benim seçimim değil, Allah beni öyle yarattı.
Ama solcu olmayı ben seçtim.
Çünkü taşın sert olduğunu anladığım anda, çevremde gördüğüm bütün ağabeylerim solcuydu.
Sınırın öte yakasında, Irak’ta Kürtlere atılan top sesleri, çocuk oyunlarımızın fon müziğini oluşturuyordu. Köyümüze gelen öğretmenler ve arada bir yolu bizim oralara düşen jandarmalar olmasa, yeryüzünde Kürtçe’den başka bir dilin varlığından da haberim olmayacaktı.
Sonra bir yatılı bölge okulunda demir bir ranzaya kelepçelenip “Burada bir daha Kürtçe konuşursan dilini koparırız” diye yüzüme haykırdıklarında, bu öfkenin gerçek sebebini çocuk aklımla idrak edemedim.
Yıllar sonra, “kangren zamanlara ayak bastığımda” anadilimin “o gün” başıma “bela” olduğunu anladım.
Bu “belayı” o gün bugün, en kıymetli eşyam gibi, en saklı yanımda taşıdım.
Sonra bu “belanın” koca bir toplumun “belası” olduğunu fark ettim.
Bundandır, dile vurdum kendimi. Ona sığındım. Çünkü bizim asıl yaramız, meğerse dil yarasıymış. O yüzden dilimin ucuna gelen her yasak kelimeyi, o kelimeleri yasaklayanların yüzüne bir tutam tükürük gibi fırlatmak istedim. Madem dilim belamdı, o halde bu “belayı” büyütmekten başka çarem yoktu. Anadilimin edebiyat ürünlerini Türkçe’ye çevirmeye başladım. Ben çevirdikçe Kürtçe bir edebiyat dili olarak sesini biraz daha yükseltti. Yasak kelimelerin isyanı büyürken, çoktan o kelimelerden umudunu kesmiş olan birileri dağın yolunu tutmuştu bile. Bu kez kurşunların karşısında kelimeler mecalsizdi.
Çocuklar ölmeye başladı. Çok kan aktı. Her yer tarumar oldu. Köyler yakıldı, koca bir coğrafyada “tarih öncesi köpekler” havlamaya başladı. Umut azaldı, şiddet nüfuz etti cemiyetin damarlarına, kan tuttu herkesi... Anaların feryatları boşalan o koyakları doldurdu, kimse o çığlıkları duymaz oldu. Kulaklar sağır, diller lâl oldu.
Sonra Recep Tayyip Erdoğan adında bir “uzun adam” çıktı. “Ne yapıyorsunuz, niçin bu insanlara bu kadar zulmediyorsunuz, bundan sonra onların parmağı kesilse benimki kanayacak, bunu böyle bilin” dedi.
O kanın, o gözyaşının içinde o kadar şefkatli bir sesti ki bu ses, solculuğumu, Kürtlüğümü, seküler hayat biçimimi, arkadaşlarımı, bir kısım akrabamı yaşadığım o mahallede bırakıp o sesin yanına koşmaya başladım. Benimkine benzer birçok sese daha ihtiyacı vardı çünkü.
“Akil İnsanlar Heyeti”nde dere tepe birlikte çıktık yola. Onun elinde baldıran zehrinin şişesi, benim boynumda “dönek” ve “ihanet” yaftası... Umurumda değildi. Barışa koşuyorduk birlikte. Türkçe’ye çevirdiğim Mehmed Uzun’un kelamı mataramdaki su, heybemdeki azıktı. Ve bu bana yeterdi.
Daha ne olsun “dağlarına bahar gelecekti memleketimin!”.
Barış ayağımızın altında, başımızın üzerinde dolaşıyordu.
Bir daha bu memlekette zulüm olmasın, bir daha bu topraklarda insanlar birbirini öldürmesin, her yere sulh egemen olsun diye, Kürdi bir ses olarak, onların girdiği siperde kendime bir yer bulup ben de yanlarına yerleştim. Kelamıyla varlığımın farkına vardığım anadilimin bütün edipleri, bütün ermişleri ne kadar iyi bir şey yaptığımı hep birlikte kulağıma fısıldamaya başladı. Tek kelime Türkçe bilmeyen yaşlı anam da, canım karıcığım da... Demek ki doğru bir şey yapıyordum. Gayri hiçbir yafta, hiçbir yerimde, hiçbir iz bırakmayacaktı.
İki taraf arasında köprü olabilirim diye mebus oldum.
Seçildim, heyhat köprü inşaatında kullanılacak malzemenin her yerine tekrar kan bulaştı.
Şimdi tekrar çocuklar ölüyor, üstelik kahpe mayınlarla hem de...
Sertleşti hayat, galiba Meclis’te bana düşecek iş yok, o yüzden yokum yeni dönemde...
Kan bulaşsa da her yerimize, en umutsuz zamanlarda “umudun, sözün bittiği yerde başlayan şey olduğuna” inandım.
Şimdi hiç ama hiç kimseye kırgınlık duymadan, hiç kimseye sitem etmeden, daha önce, yani milletvekili olmadan önceki mevzime geri döneceğim.
Barışın benim gibi, sizin gibi daha çok savaşçıya ihtiyacı var çünkü.
[ Muhsin Kızılkaya / Habertürk ]