Gazeteci Ayşe Böhürler Adalet ve Kalkınma Partisi'nin kurucu üyelerinden... Kuruluşundan itibaren Merkez Karar Yönetim Kurulu'nda (MKYK) üst üste dört dönem görev aldı. Farklı görüşlerini dile getirmekten hiç çekinmedi. Başörtüsü sorununun çözümü için büyük mücadeleler verdi. Bugün Meclis'te değil ve aktif siyaset yapmasa da siyaseti ve AK Parti'yi yakından izliyor. AK Parti'nin 5. Olağan Kongresi'nden hemen sonra görüştüğümüz Böhürler, kongrede beklentinin ötesinde bir değişim yaşandığı kanısında.
Böhürler'e göre, AK Parti’de alaylılar ve okullular diye tanımlanabilecek kurucularla Davutoğlu’nun ekibi arasında doku uyuşmazlığı var. Böhürler, Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan ve Başbakan Ahmet Davutoğlu arasındaki fikir ayrılığını da şu sözlerle anlatıyor: “Fakat liderlik tarzları farklı. Bu gerilim, bu yol yöntem, bu yaklaşım nasıl aşılır bilmiyorum. Ama bu aşılmadan da AK Parti yoluna çok da doğru devam edemez diye düşünüyorum.”
Kongre’ye gittiniz. Nasıldı ortam?
Çok heyecanlı değildi. Delege olduğumuz için oyumuzu kullanmamız gerekiyordu. Bu kongrede beklentinin ötesinde bir değişim yaşandı. Parti’in karar mekanizması olan yönetim kadrosu değişti. Daha tecrübeli ve partinin siyasetinde kuruluştan beri var olan isimler yönetime geldi. Ahmet Davutoğlu partinin ve Türk siyasi hayatının tecrübesini yansıtan isimleri parti yönetimine koyarak, parti kimliği içerisinde bir denge oluşturulmaya çalıştı diye düşünüyorum.
2002’den bu yana AK Parti tarihinde bir ilk yaşandı. İlk kez bir kongrede iki liste, iki aday konuşuldu.
Evet. Yalnız Sayın Davutoğlu’nun aday olma sürecinde de Binalı Yıldırım ismi vardı ve güçlü bir isimdi. Delegelere sorulan “Hangi adaya oy verirsiniz?” yoklamasında Binalı Yıldırım ismi de çıkmıştı. Birdenbire çıkmış bir isim değil.
Ama kongreden bir gün önce, 1 Kasım’da seçime giderken, ülke böyle bir çatışma ortamındayken son anda çıkınca herkes şaşırdı. Buraya nasıl gelindi? Ne yaşandı da son anda böyle gelişmeler oldu?
7 Haziran seçimleri oldu ve AK Parti’de ciddi bir oy düşüşü oldu.
Oradan başlayalım. Siz 7 Haziran seçim sonuçları hakkında hiçbir şey yazmadınız. Neden? AK Parti neden oy kaybetti sizce?
Yazmadım çünkü zaten herkes birçok şeyi yeterince söyledi. Ama kaybettiğimiz yerlere baktığımızda aday listelerinin elbette önemi var. İstanbul Türkiye’nin özeti bir şehir. Sadece İstanbul’un demografik yapısından baktığımızda bile aday listelerinde bir eksik görüyorsunuz. Nüfus olarak yoğun il ve ilçelerde kendilerini temsil eden isimleri, halkın tanıdığı isimleri koymamışız. Genç, yeni, iyi eğitimli, nitelikli, belki Türkiye’de 5-10 yıl sonra siyasette çok iyi şeyler yapacak isimler koymuşuz. Ama halk oy verirken o isimlerin birçoğunu tanımıyor. Buna ek olarak ‘Nasılsa alırız’ rehaveti ve aşırı güven oluştu. Bu duygu çalışmaları etkiledi. Kendi bulunduğumuz muhitlerde bile teşkilat çalışmalarına tanık olmadık. Kimsenin kapısı çalınmadı. Teşkilatların çalışmaları yetersizdi. Siyaset oturarak yapılacak bir iş değil, seçmenin ayağına gitmek zorundasınız. Benim gözlemim daha önce hiç ihmal edilmeyen bire bir iletişime önem verilmedi. Buna iktidar yorgunluğunu da eklemek lazım. Sadece siyasi kadrolardan söz etmiyorum; teşkilatların içinde de taraflar, ekipler oluşmaya başladı. Bunlar da halkı negatif etkiledi.
Ama yine de yüzde 41 oy var.
Elbette yüzde 41 de az bir oy değil. Ama mesela İstanbul’da yüzde 11 oy kaybı var. Bu önemli bir şeydir. Burada hükümetin icraatlarına bakmak lazım. Geçmiş söylemlerle arasındaki çelişkilere, hayal kırıklığı oluşturan sebeplere bakmak lazım. Kürt meselesindeki tutumun da bunlara etkisi var. Çünkü en çok düşüşün yaşandığı yerler Kürt bölgeleri. Neredeyse Kürt bölgelerinde en çok oy alan partiydik. Onların duygusal olarak kırılmalarını sağlayacak, onları kaybetmeye sebep olacak noktalara bakmak lazım. Bu analizleri parti de yaptırdı. Mesela gençlerin oyları az, gençlerin oy verdiği partiler sıralamasında AK parti üçüncü sırada. Genç kitleyi kaybettik. Tek bir sebep söylenemez. Ama seçmen bir mesaj verdi: Ben hâlâ sana güveniyorum ama gerekirse seni terk edebilirim. O mesaj biraz da bugünkü değişikliğe sebep oldu. Kırgınlar oluşmuştu, belki birtakım kırgınların gönlünün alınması söz konusu oldu ya da bu süreçte olacak. 1 Kasım seçimlerine doğru o eski siyasi tecrübe biraz daha derleyip toparlayabilir diye düşünüyorum. Ama tabii ki bu kongrenin sonucu olarak Sayın Davutoğlu’nun liderliğinde gerçekleşecek. Bu değişim ekiplerin buluşması, birleşmesi gibi de görülebilir.
“Okullular halkla iç içe değildi”
Siz kongre günü yazdığınız yazıda AK Parti’de alaylılar ve okullulardan söz ettiniz. Alaylı kim? Okullu kim?
Eski siyasetten gelen kurucu kadro – ki bunun içinde eski ve yeni karışıktı - olarak ilk defa 2001’de siyasete başlamıştık. Ama 1985’ten beri siyasetin içinde olan Bülent Arınç da, DYP’den gelen Hüseyin Çelik de, ANAP’ın eski kadrolarından Cemil Çiçek de oradaydı. Onlardan çok şey öğrendik. Teşkilatla ilişkiler, Türkiye’deki toplumun sosyolojisine siyasi olarak bakış, siyasi iletişim, siyasi ilişkiler noktasında çok ders aldık. Şimdi Ahmet Hoca’nın kadrosu ise çok iyi eğitimli. Bizim için çok iyi eğitim diye bir kriter yoktu. Milletvekili adaylıklarında üniversite mezunu,YÜKSEK LİSANS elbette önemliydi ama illa da siyasetin dersini görmek gerekmiyordu. Siyasette halkın nabzını tutmak, dinlemek bunlar başka şeyler. Doğal olarak halkın isteklerini anlarken de, yorumlarken de başka bir sağduyu, birliktelik, samimiyet de geliştirmeniz gerekiyor. Teoriler çok daha fazla yol gösterici olmuyor. Ahmet Davutoğlu akademik gelenekten geliyordu. Çok talebe yetiştirmişti. Bilim Sanat Vakfı, Boğaziçililer Derneği, vb. Doğal olarak siyasete girdiğinde, o ekip de siyasette buldu kendini. Ama bu ekip idealistti ancak halkla iç içe değildi. Medeniyet, kültür, tarih bu konuda söyleyecek şeyleri vardı. Ama pratikten uzaktılar. Anlatmayı ve öğretmeyi daha seviyorlardı. Birçoğunun çalışmalarına baktığınızda günlük siyasetin dilini küçümseyen bir yaklaşımları olduğunu da görürsünüz. Eski ekiple yeni ekip arasında bir doku uyuşmazlığı ortaya çıktı. Ve uyuşmazlık yer yer çatışmalara da dönüştü. Keşke o doku uyuşmazlığı bir değere, bir sinerjiye dönüşebilseydi. Bilginin gücüyle tecrübenin, yani o halkın, toplumun sesini algılayan siyasi sağduyunun sesi keşke bir araya gelebilseydi.
Yani alaylılar mı, okullular mı egemen oldu?
Şimdi alaylılar var. Toplumun derdini alaylıların daha iyi anladığını düşünüyorum.
Bu olay tabanda olumsuz bir algıya neden olabilir mi?
Bunu göreceğiz. Henüz bilmiyoruz. Seçim çalışmasını illerde teşkilatlarımız yürütecek. Onların eksik, yanlış çalışması genel oy oranını etkiler. Ama ben AK Parti’nin oy kaybını AK Partili olanların AK Parti’ye oy vermediği şeklinde yorumladım. Hatta üç dönem AK Parti’ye oy vermiş olanlar bu seçim oy vermedi. Orada bir kırgınlık, bir umut kaybı var. AK Partili seçmen “Siz bizim umudumuzu yerine getirmediniz” diyor. O kırgın olan kesime belki bu değişimle, alaylıların tecrübesiyle daha çok ulaşılabilir.
Bu kırgınlığın sebebi bu anlattıklarınız mıydı?
Bir sürü sebebi olabilir. Biz siyaseti okulda öğrenmedik. Siyaseti sahada, onlarla iç içe, onları çok dinleyerek öğrendik. Biz konuşmaktan çok halkı dinlemeyi sevdik ve tüm politikalarımız da o çerçevede ortaya çıktı. Şimdi o dinlemeyi kaybedip, fazla konuşmaya başlayınca orada bir kopuş oldu. Belki o kopuş tekrar o dinleyen yaklaşımla telafi edilebilir.
“Herkes birbirine daha güvensiz bakıyor”
Bülent Arınç geçenlerde ”AK Parti'nin kuruluşunda 'biz'dik, şimdi 'ben' olduk" dedi. ‘Ben’ kim sizce?
Bilemem. Sayın Erdoğan’ı mı, Sayın Davutoğlu mu? Yoksa bir tutum ve davranışı mı ima ediyor? Yani herkesin “Ben, ben değerliyim, ben önemliyim. Benim dediğim olur” diye ortaya çıktığı bir siyasi kimlik profilini mi kastediyor, onu bilmiyorum. Biz daha önce bir ekiptik. Kişi siyaseti değil, ekip siyaseti güttük. Mahalle teşkilatındaki bir görevlinin katkısı da, bir MKYK üyesinin katkısı da çok önemliydi. Bu ekip çalışmasının hepimiz çok içindeydik ve birbirimize çok destek olduk. Belki onu kastediyordur. Şimdi herkes siyaseti bir kişisel ikbal, kişisel beklenti amacıyla yapıyor. Herkese sirayet eden bir “Ben önemliyim, ben olmazsam olmaz” gibi ‘ben’ üzerinden giden bir dil var.
Beşir Atalay da “Ortak akıl ilk zamanlardaki kadar devrede değil” dedi.
Elbette değil. O zengin tartışmaları yaptığımız zamanlar yok artık. Herkes birbirine biraz daha güvensiz bakıyor, biraz daha tedbirli konuşuyor açıkçası. Tabii bu süreç zarfında çok şey yaşandı. İlk yıllar askerle karşı karşıya gelen bir partiydi. Sonra bambaşka şeyler oldu; işte cemaat meselesi, diğer meseleler… Bu güvensizlik ve tedbirlilik hali samimi konuşmaları etkiliyor. Bir meselenin oturup samimi, gerçek düşüncelerle çok konuşulabildiğini zannetmiyorum.
Bu tespitler yaşananların sonucu mu, yoksa Erdoğan ya da Davutoğlu gibi liderlerin tercihleri mi?
Hepsi... Ama biz de sorunluyuz. Bunu MKYK’dayken defalarca söyledim. Liderlik ayrı bir şey, ciddi bir yetenek, karizma istiyor. Türkiye’de de kolay kolay lider yetişmiyor. Sayın Erdoğan lider kimliği olan birisidir. Fakat o toplantılar her zaman çok farklı tartışmalara, itirazlara da sahne olmuştur. Orada konuşamayan yanına gidip söyler, onu yapamayan özel randevu alır söyler. Bu durum liderlerin de toplumdan beslenmesini kolaylaştırıyordu. Çünkü Türkiye’nin her köşesinden çeşit çeşit insan vardı orada. Onun önü kapatıldığı zaman, sadece bürokratların verdiği bilgilere dönüldüğü zaman Türkiye’yi tanımaya ilişkin bilgilerde de noksanlık oluşuyor. O bilgi notları ruhsuz kalıyor, halkın duygusuna dair yeterli ipuçları vermiyor. Tayyip Erdoğan’ın bu partide kurucu liderliği tartışılmaz. Elbette Sayın Davutoğlu da onun isteği ve onayıyla gelmiş birisidir. Ama kitlelere kendini sevdirmiş, bir karşılık bulmuştur. Fakat liderlik tarzları farklı. Bu gerilim, bu yol yöntem, bu yaklaşım nasıl aşılır bilmiyorum. Ama bu aşılmadan da AK Parti yoluna çok da doğru devam edemez diye düşünüyorum.
“Erdoğan ve Davutoğlu arasında fikir ayrılığı var”
Yani Sayın Erdoğan ile Sayın Davutoğlu arasında bir gerilim mi var?
Bence bir fikir ayrılığı var. Bunu tabii ki herkes gibi dışarıdan bakarak söylüyorum. Çünkü milletvekilleri listeleri yapılacak, hızla yeni bir seçime gidiyoruz. Genel kongre kararını Sayın Davutoğlu parti yönetimiyle birlikte aldı ama seçim öncesi de çok gerekli değildi. Davutoğlu ekibiyle seçime giderdi, zaten hepimiz de desteklerdik. Davutoğlu orada bir iradi karar verdi.
1 Kasım seçimlerinin sonuçları Türkiye için çok önemli; çünkü bir taraftan terör, bir taraftan Kürt meselesinin kendini dayattığı sorunları var. Aslında kavgayı kişisel olarak algıladığımız zaman meseleyi çözemiyoruz. Yani Sayın Erdoğan ve Sayın Davutoğlu’nun yerinde başka isimler de olabilirdi. Bugün Türkiye’de bir yönetim krizi var. 200 yıldır aynı merkeziyetçi yapıyla yönetiliyoruz. Ama 200 yıllık yönetim anlayışının değişmesinin artık kendini dayattığı bir noktadayız. İlk defa seçilmiş bir Cumhurbaşkanı var. Yönetim erki içinde seçilmiş bir Cumhurbaşkanı'nın nasıl modellenmesi gerektiğine ilişkin yasal bir çalışma yapılmalı ki bugün yaşadığımız şey biraz da bu kriz. Bir yandan seçilmiş bir Cumhurbaşkanı bir taraftan da seçilmiş bir parlamento ve hükümet var. Eski anayasanın ortaya koyduğu çerçeve yetersiz kalıyor.
Diğer yandan Kürt meselesinin talepleri var. Orada büyük bir terörle karşı karşıyayız. Aynı zamanda PKK’nın terör örgütü kimliğiyle bir tehdidi var. Diğer taraftan özyönetim konuşulmaya başlandı. Sonuçta her yere çiçek değil, patlayıcılar ekildi. Bunu bir iç güvenlik ve terörle mücadele olarak görüp, Kürt siyasetinin taleplerine halktan bakmalıyız. Bir mesele biz duymak istemiyoruz diye yok edilemez. Bir arada yaşarken Türk halkının da, devletinin de razı olabileceği bir uzlaşma zemini bulunabilir. Elbette bunun şiddetle sağlanmasına karşıyım. Masum bir sürü insanı öldürerek barış sağlanamaz. 120’ye yakın asker, polis şehit oldu. Bu insanlar da halkın çocuğu; yoksul, gariban insanların çocuğu. Böyle tehditlerle bu iş ilerlemez ama bizim de siyasetçiler olarak “Bunu nasıl durdurabiliriz” diye düşünmemiz lazım. AK Parti bunu ilk yıllarında başardı. 90’lı yılların o ağır tablosundan çıkışta bir barış dili sundu. O barış dili de onu iktidara taşıdı aslında. O yüzden şimdi bu tekrar konuşulmalı. Aslında bugün konuştuğumuz konular, Erdoğan – Davutoğlu tartışmasının çok ötesinde. Türkiye’nin siyasi yönetim modeli tartışmasıdır, Anayasa'nın ve bir an önce yeniden yapılmasına ilişkin bir zorunluluğun getirdiği başlıklardır.
Bundan sonra AK Parti ne yapmalı? 7 Haziran’dan hemen sonra fabrika ayarlarına dönüleceği söylenmişti.
İktidar kibrini bırakıp, tekrar halkın arasına ve onlar gibi karışması lazım. AK Parti zor bir yoldan geldi ve iktidara sahibi oldu. Samimiydik. Sözümüzde duruyorduk. Tekrar o samimiyetimize dönmeli, daha mütevazı olmalı ve halkın oylarıyla sahip olduğumuz siyasi kibrimizi de aynı zamanda bırakmamız lazım.
Hasan Bülent Kahraman bize verdiği röportajda, AK Parti’nin iktidara gelirken toplumun farklı kesimlerinin desteğini alan bir koalisyon olduğunu ama “Gezi olaylarıyla birlikte AK Parti bu geniş tabanların çoğulcu partisi olmaktan çıktı, kendisine ait çekirdeğin partisi olmaya başladı ve siyaset üretmekten ziyade siyaset yapmaya, oy kaybetmeye başladı” dedi. Bu gözleme katılıyor musunuz?
Katılıyorum elbette. Bir defa sağda bir koalisyon partisiydi AK Parti. Ama liberaller, solcular, bir sürü farklı kesim destek verdi, bir umut gördü. Çok güçlendikten sonra bu koalisyon unsurlarına ihtiyaç hissetmedi. “Gerek yok artık, biz zaten güçlüyüz” duygusuna kapıldı. Bence orada yitirilmeye başlandı.
Gezi midir kırılma noktası?
Çok daha öncesi.
Yani ne zaman?
Sadece CV’sinde imam hatip mezunu olduğunu gördüğümüz için birini bir göreve getirdiğimiz zaman kaybetmeye başladık. Bu yeni bir şey değil, çok çok önceden başladı. Cemaat ile yaşadığımız çatışma da aynı şekilde bir iyi niyet suiistimalidir. İşte aynı inanç dünyasını paylaşan insanlarız, başka kadromuz yok, öbürü olacağına, o kadro olsun dedik ve ihanete uğradık. Bunlardan yeterince ders çıkardık mı? Evet, bunu söyleyen çok insan var partide.
“Bize yapılanı başkasına yapmamalıyız”
Söylem ayrı ama eylemlere bakıldığında bir ders çıkarıldı mı sizce?
Hayır, düşünmüyorum. Bunu da çok feodal bir yaklaşımın devamı olarak görüyorum. Ailene sahip çıkmak gibi aynı inanç dünyasına sahip insanlara sahip çıkmak, gerisini önemsememek. Tabii bu biraz da Türk toplumunun sosyolojisiyle de alakalı. Yıllarca İslamcı kesimin ezilmesi, dindar insanların yok sayılması, aşağılanması... Bunun getirdiği bir ezilmişlik bir manada rövanş ruhu oluşturdu. Ama İslami değildi, kuruluş ilkeleri de bunu söylemiyordu. Cumhuriyet tarihinin içindeki dindar kesimin ezilmişliğinin sonucu olan bir psikolojiye teslim olduk. Korkularımız yendik ama travmalarımızın etkilerinden kurtulamadık. Oysa bundan ders alarak daha özgürlükçü olmamız gerektiğini düşünüyorum. Bize yapılanı başkasına yapmamalıyız.
AK Parti’yi kurduğunuz günlere dönelim. 13 yıl üst üste başarılar... Bugünleri hayal etmiş miydiniz?
Bu kadar hızlı bir başarı beklemiyordum. İlk girdiğimiz seçim bizi iktidara taşıdı. O zaman toplumsal koşullar bizi kabule çok müsaitti ve insanlar bir umut, bir lider arayışı içindeydi. Yaklaşık 10 yılda dokuz başbakanın değiştiği bir siyasetin içinden geçilmişti. Bir istikrar arayışı vardı. AK Parti’nin o ilk dönemki sloganları hep odur: Güven, istikrar, hizmet, önce insan... O günlerin ruh hali başkaydı. Biz kendimizi halkın bir parçası gibi hissediyordu. İlk yıllarda yoksul ev ziyaretleri bizim için zorunluydu, ayda üç, dört kez bir fakir sofrasına oturmak zorundaydık. Bunlar bizi çok eğitti. Mesela bir kadının evinde iki özürlü çocuğuyla yaşadığı şeyi ancak şahit olursanız algılayabilirsiniz. Şimdi o ruh kayboldu, bu işler formaliteye döndü.
Partinin bugününden memnun musunuz?
Şimdi hâlâ teşkilatlarda canhıraş çalışan çok samimi insanlar var. Ama siyasi ikbal daha ön plana çıktı. Herkes bir şey olmak istiyor, bu da doğal. Hâlâ yapılacak çok iş var.
Şimdi öncelikler değişmiş olabilir mi?
Tabii o da değişti. O zaman önceliklerimiz çok yüksekti. Sonuçta milli geliri 2 bin dolardan 10 bin dolara yükseltmek sonuçta önemli bir başarı oldu. Tayyip Erdoğan liderliğinde en çok dikkate aldığımız şey halkın ve özellikle yoksulların sesiydi. Herkes ona çok kolay ulaşır, fikrini söylerdi. Halkla yakın iletişim bizi çok ivmelendirmiştir. Zamanla o iletişim kanalları eskisi gibi devam edemedi.
14 yılın en büyük başarısı
AK Parti'nin bu 14 yılda en büyük başarısı ve en büyük başarısızlığı nedir?
En büyük başarısı kuruluşunun ertesinde ilk seçimlerde iktidar olmasıdır. Refah Partisi'nde 1994'te ilk kez yerel yönetimlerde İstanbul ve Ankara dahil olmak üzere 20'ye yakın belediyeyi alarak ilk kez kamuoyunun dikkatini çekti. “Öteki”likten gelen bir parti Türkiye'nin iktidarına yerleşti. Halkta bir karşılık buldu ve bunu beş seçim sürdürdü. Bunu da arttırdı. Ama en büyük başarısızlığı, bu kazandıklarını çok küçük hamlelerle kaybetmesi.
1 Kasım'da AK Parti oylarını arttırır mı?
Arttırır diye düşünüyorum ama bu çok yüksek bir beklenti değil bende. Yani yüzde 1. Çünkü 7 Haziran'dan 1 Kasım'a toplum dil olarak bir değişikliği görmeliydi. O değişikliği gördü mü veya algıladı mı, emin değilim.
“Sayın Erdoğan’ın halkla bağını kopardığını düşünmüyorum”
2002'de beraber siyasete başladığınız Tayyip Erdoğan ile 2015'teki Tayyip Erdoğan aynı mı sizce? Otoriterleşme eleştirilerine katılıyor musunuz?
O zaman daha çok dinliyor, daha farklı kesimlerin görüşlerine daha çok itibar ediyordu. Şimdi uzun süre devlet yönetmenin getirdiği de bir duygu durumu var. Bizim halk olarak gördüğümüz şeylerin ötesinde çok fazla kaynaktan bilgi alırsınız, çok fazla dinlersiniz, çok fazla dengeyi gözetmek zorunda kalırsınız vs. Belki bunun da getirdiği bir hal ile eskisi kadar dinleme ihtiyacı hissetmiyor. Bir de şu anda zaten görevi bu değil. Yine de çok farklı kesimlerden pek çok insanın çok rahatlıkla Cumhurbaşkanı'na ulaşıp görüşmeye gittiğini duyuyorum. Yani halkla bağını kopardığını düşünmüyorum. Yine de belki ilk dönemlerdeki gibi liberal kesimden, sol kesimden, sağdan, İslamcı kesimden çok farklı sesler etrafında daha çok olsa daha farklı yorumları olabilirdi.
AK Parti’yi 20 yıl sonra nerede görüyorsunuz?
Eğer AK Parti kendini revize eder, gençlerin diline adapte eder, toplumun farklı kesimlerinin hassasiyetlerini önemli bulursa, onların önceliklerine saygı gösterip tekrar bütün kesimleri kapsayan bir sağ koalisyon partisi haline geldiğinde 20 yılı çok parlak bir parti olarak görüyorum. Ama bunu başaramazsa, kişisel kavgaların içinde kalırsa uzun vadeli olamaz. AK Parti ruh ve fikir olarak kendini yenileyemezse o zaman toplum kendi talepleriyle başka oluşumlar ortaya çıkarır.
AK Parti’nin gençleri kaybettiğini söylüyorsunuz. Ortalama seçmen yaşı 29. Gençler geçmişi, kat edilen yolları çok bilmiyor, ilgilenmiyor da. Onlar geleceğe bakıyor. AK Parti bugün onlara ne vaat ediyor?
Aslında burada İslamcı siyaseti eleştirmekte fayda var. Çünkü sonuçta AKP’nin içinde İslamcı siyaset güçlü bir eğilim olarak yer aldı, halen de etkin. İslamcı siyaset gençlerin çevre meselesi, gençlerin kendi arasındaki ilişkileri, etnik sorunlar, ayrımcılık, kadın – erkek meselesi, vb. konularda yeni bir retorik üretemedi. Buna çok kafa da yormadı. Bu yenilenememenin getirdiği gençlerle bir dil uyuşmazlığı var.
İkincisi, eski İslamcı siyaset biraz ağabeylerin kontrolünde oluşan bir siyasi çizgiydi. Yeni İslamcı siyasette gençler o kadar büyük otoritesi takmıyorlar. Son derece özgürlükçü ve seçim özgürlüğü tanınan bir ortamda yetişen çocuklardan, eski ekoldeki bizler gibi bir ağabey disiplinine sahip çıkmalarını beklemek mümkün değil. Ayrıca talepleri, dünyaya bakışları çok farklı. Özgürlüklerin korunduğu, özgürlüklerine sahip çıkabildikleri, İslamcı siyaset içinde olabilecekleri bir dil üretebilmeliydik.
Peki gençler kendilerini nerede ifade edebiliyor?
Gençler bunu milliyetçi dilde buldu. Bu da acı bir şeydir çünkü İslamcı siyasetin milliyetçi akımdan önemli farkı, etnisiteye dayalı ayrımcılığa geçit vermemesiydi. AK Parti’nin temel hedefi insana insan olarak bakmaktı. Ayrıca İslamcı siyasetin içerisinde Kürt siyasetçiler de her zaman çok güçlü olmuştu. Şimdi onlar da kendini ayrıştırdı, dilimiz daha milliyetçi bir dile evrildi.
“Kürtleri ayırmaktan vazgeçmeliyiz”
AK Parti'nin 2003'te onu iktidara getiren ve Kürtlere umut veren dili kaybettiğini düşünüyorsunuz. AK Parti bunu yeniden nasıl kazanacak?
Kürtleri ayırmaktan vazgeçmeliyiz; yani Müslüman Kürt, sünnetsiz Kürt, o Kürt, bu Kürt… Bunlar bizim dilimiz değil. Bir halk bir talepte bulunuyor. ‘Bu taleple ne yapacağız’ı konuşmanın yolu masadır, onları ayırmak değil. Bunu terör örgütü PKK ya da HDP gibi bir siyasi parti üzerinden yapıyor olsa da o arkadaki sesi duymak lazım. 40 bin insan ölmüş; 100 bine yakın yaralımız, gazimiz var. Sonuçta dağa çıkan Kürt genci de orada başka bir kimlik buluyor. Niye gidiyor? Bunları görerek bir çözüm oluşturmamız lazım. İslamcı siyasetin farkı, Kürt meselesine olan duyarlılığıydı. Burada Kürt halkını PKK ve terörden ayırarak konuşmakta fayda var. Sadece PKK taraftarı değil, farklı kesimlerden de çok Kürt var. Diğer yandan o bölge insanının tutsak edilmiş bir tarafı da var. Haraç vermek zorunda, yoksa canı tehlikede. Sizin devlet olarak PKK’yı burada iş yapamaz, taraftar toplayamaz, sempatizan bulamaz hale getirmeniz gerekiyor. Bunun yolu da ölmek ve öldürmekten geçmiyor. Ölümleri azaltacak bir çözümü siyaseten üretmek zorunda. Bizim dilimize, İslam siyasetinin diline Kürt ayrımcılığı yakışmıyor.
AK Partili yeni bir taban da oluştu değil mi? Sizin döneminizdeki taban evrilmeye başladı. Teşkilatlar açısından durum ne?
Kadın kollarından bir örnek vereyim. Parti kurulduğunda biz Milli Görüş, Refah tabanından gelen kadın kolları üyeleri çok fedakâr kadınlardı. Evlerinde seçim çalışması boyunca makarna dışında bir şey pişirecek vakitleri olmazdı. Çoluk çocukları ortada kalır, kocaları onları boşama noktasına gelirdi. Bir inanç, bir dava uğruna gece gündüz, sokak sokak, ev ev ciddi bir örgütlenme yaparlardı. Giyimlerine kuşamlarına dikkat etmezlerdi. Şimdi biz o kadınları kırdık. Onun yerine son derece şık, bakımlı, her şeyi organize bir faaliyet olarak gören, bir organizasyon içinde gören başka bir kadın modeli koyduk.
Farklı bir profil…
Evet. O kadınlar hâlâ partinin içinde canhıraş çalışıyorlar çünkü onların bir İslam davaları var, topluma vermek istedikleri bir mesajları var. Ama diğer kadınlar daha üstte. Onların da canlarına tak dediği bir yer gelecek. Mesela bu seçim çalışmalarında gördüğüm bir şey var. Seçim çalışmalarını Twitter’dan izliyorum. Yeni grup "Falanca yerde, falanca ilçemizi/teşkilatımızı ziyaret ettik". Ziyaret etmek siyasi bir mesaj değil. O kadar farklı bir dil ki...
[ Semin Gümüşel Güner/ Al Jazeera ]