William L. Langer, maalesef henüz Türkçeye kazandırılmamış olan anıtsal eserinin (The Diplomacy of Imperialism, 1890-1902) önemli bir kısmını Osmanlı topraklarının paylaşılması konusunda verilen diplomatik mücadeleye ve müzakerelere ayırmıştır. Bu döneme kadar, Osmanlı Devleti'nin toprak bütünlüğünü savunan İngiltere, artık Osmanlı'nın paylaşılması projelerini yürüten başat aktördür. Osmanlı'yı hasta adam olarak adlandırıp rakip büyük devletlere defalarca paylaşım teklifleri yapan Rusya ise ironik bir şekilde, İngiltere'nin planlarını bozan devlet olacaktır.
Mücadelenin hedefindeki coğrafya bugün için de oldukça günceldir: Mısır, (Filistin ve Lübnan'ı da içine alan) Suriye, zengin petrol yataklarının vatanı olan Irak ve Ermeni meselesi üzerinden istikrarsızlaştırılan Doğu Anadolu. Ancak kavganın en sıcak merkezi Doğu Anadolu'dur. Çünkü burası Avrupa'daki topraklarını kaybeden Osmanlı'nın son toprak parçası, yeni vatanı ve dolayısıyla en hassas noktasıdır. Ermeni meselesi üzerinden Bab-ı Ali'ye şantaj yapan İngiltere, aslında aynı mesele üzerinden Rusya'yı da kuşatmıştır. Ruslar ise İngilizlerin hemen yanı başlarında misyonerlerden, diplomatlardan, ajanlardan, petrol uzmanlarından, arkeologlardan ve tüccarlardan kurdukları bu minyatür ordudan, en az Osmanlı hükümeti kadar rahatsızdırlar.
Ermeni meselesinde inisiyatif artık İngiltere'nin eline geçmişti. Rusya'nın asıl korkusu ise İngilizler tarafından desteklenen Osmanlı Ermenilerinin bağımsızlık veya özerklik yolundaki kazanımlarının kendi Ermenileri arasında yaratacağı etkidir. Bu yüzden, her ne kadar Ermeni meselesinin ortaya çıkışındaki rolü yadsınamazsa bile, Rusya, Osmanlı'nın doğu topraklarında özerk veya bağımsız bir Ermenistan'ın kurulmasının engellenmesi için en az Osmanlı hükümeti kadar gayret gösterecektir.
Çarlığın Ermeni politikasındaki bu değişimi erken dönemlerde fark eden Sultan Abdülhamid de İngilizlere karşı Ruslara yakınlaşacak ve iki ülke arasında Ermeni komitacılığına karşı ortak güvenlik tedbirleri üretilecektir. İngiltere'nin Doğu Hıristiyanlarını, Müslüman/Türk barbarlığından kurtarma söylemi, Rusya'nın “evimizin anahtarını İngilizlere teslim etmeyiz” karşı-stratejisi ile boşa düşecek ve İngiliz diplomasisinin Osmanlı'ya/Müslümanlara karşı bir Avrupa Ahengi/Concert of Europe oluşturma planı başarısızlıkla sonuçlanacaktır.
O günkü Osmanlı diplomasisinin en büyük başarısı, Batı kaynaklı emperyalist tehdidin sadece Osmanlı'yı değil, Rusya'yı hedef aldığı hususunda Çarlık diplomasisini ikna etmek olmuştur. Osmanlı-Rus savaşlarının her iki tarafı da neredeyse eşit düzeyde yıprattığını fark eden İngiliz diplomasisi, Hıristiyan kardeşleri kurtarmak söylemi üzerinden doğudaki bu son iki imparatorluğu birbirine kırdırarak Ortadoğu'ya yerleşmeyi planlamıştı. Haksız da sayılmazlardı. Çünkü ne zaman iki ülke savaşsa, İngiltere her seferinde üçüncü taraf olarak masaya oturmuş ve neredeyse hiçbir bedel ödemeden masadan en kârlı ülke olarak kalkmıştı.
Bugün yaşananlar ile 1890-1902 yılları arasında yaşananlar arasında çok az bir fark var. Emperyalizm bir taraftan İslam Ortadoğu'sunu yeniden paylaşmak için planlar yaparken, diğer taraftan Rusya'yı kuşatmaya da devam etmektedir. Rusya sadece Suriye'den değil, Ukrayna'dan, Gürcistan'dan, genel olarak Orta ve Doğu Avrupa'dan, Orta Asya'dan ve Afganistan'dan kuşatılmıştır. Rusya'yı sadece askeri anlamda kuşatmakla yetinmeyip ekonomik olarak da kuşatan Batı, adeta tarihsel düşmanlıkları ve korkuları yeniden üreterek Avrasya'nın iki önemli gücü olan Türkiye ile Rusya'yı karşı karşıya getirmeye de çalışmaktadır.
Suriye'de yaşanan son uçak krizi, bu planın afişe olması açısından hayırlı olmuştur. Sınır ihlali yapan Rus uçaklarının cezalandırılması için Türkiye'yi sürekli cesaretlendiren Batılı müttefikler, iki ülke arasında yaşanan krizde adeta Türkiye'yi Rusya ile baş başa bırakmışlardır. İki ülkenin ilişkilerine zarar veren bu krizden dolayı, kendi sınırındaki terörist unsurlara da gerektiği gibi müdahale edemeyen Türkiye, terörizmle mücadelede de aynı müttefikler tarafından yalnız bırakılmıştır.
Batı'nın güven vermeyen tutumundan dolayı, artık tek tarafa dayanarak siyaset üretme imkânı kalmamış ve farklı tarafları idare etmeye dayalı dengeci dış politika kaçınılmaz olmuştur. Türk diplomasisinin en büyük başarısı, tıpkı 1890'lı yıllarda olduğu gibi, Rusya'nın da özünde emperyalist bir devlet olduğunu unutmadan, Rusya'yı Batı'dan kaynaklanan emperyalist tehdit hakkında ikna etmek ve Batı'nın İslam dünyasına karşı birleşmesini engellemek olacaktır. Çünkü 1907 yılındaki Reval Görüşmeleri'nde olduğu gibi, kuşatılmış olan Rusya'nın emperyalist bloka eklemlenmesi sadece Türkiye ve İslam dünyası için değil, tüm insanlık için büyük bir felaket olacaktır. Devletimizin bunu yapabilecek vizyonu ve tecrübesi vardır. Yüzlerce yıl sürdürülen geleneksel denge siyaseti bile, tek başına, bugünkü Türk diplomasisine de yol gösterecek devasa bir tarihsel tecrübe içermektedir.
Nihat Karademir - Zaman