Hayat bazen çok öğretici olabiliyor. Ne yazık ki birçoğumuz neyi öğrenmemiz gerektiğini iş işten geçtikten sonra kavrıyor ve içimizdeki yenilgi duygusunu pekiştirmekle yetiniyoruz. On üç yıllık AKP iktidarının ardından haziran-kasım aralığı tarihsel açıdan çok önemli bir işlev ifa etti. Bu partinin kimliğine, duruşuna, uygulamalarına ve iktidarına karşı gelişen tepkiyi emdi, avami tabirle muhalefetin ‘gazını’ aldı. AKP’yi devirme hayaliyle Gezi’den bu yana ayakları havada gezinen laik/sol aktivizm, belki uzunca bir süre için yaz aylarının geçici mutluluğu ve temelsiz özgüveni ile yetinmek zorunda. Oysa bu kesim siyasetten anlasa ve onun gereğini yapsaydı, şimdi çok daha farklı bir tablo ile karşı karşıya olabilirdik. Kategorik AKP karşıtlığından uzaklaşıp, bu parti ile uzun vadeli işbirliğine kendilerini psikolojik olarak hazırlamaları halinde belki kasım seçimi de olmayabilirdi. AKP’nin asıl meselesi iktidar olmak değil, yönetebilme becerisini yeniden kazanmaktı. Çünkü basit aritmetik, Avrupa’daki destekle birlikte bu partinin yüzde 43 ile bile tek başına iktidar olabileceğini gösteriyor. Laik/sol kesim haziran sonucunun bizzat AKP’li seçmenin iradesiyle ortaya çıktığını ve muhalefet yanlışı sürdürdüğünde doğal olarak oyların geri gideceğini öngöremedi. Haziran’la birlikte yeni bir dönemin başladığını düşünebilecek kadar siyasetten uzaktılar.
Ama daha vahimi bu kesimin değişen Türkiye sosyolojisini anlamakta bu kadar zorlanması, neredeyse içsel bir direnç göstermesi… Laik/sol dünyada muhafazakârlara ilişkin ideolojik klişelerden beslenen basmakalıp ve sığ kabuller hükmünü sürdürüyor. En iyi niyetlileri bile kurulan münferit ilişkilerin marjinal dünyasından bilgi çıkarsamakla yetiniyor, muhafazakarların dünyasına onların terimleriyle ve içeriden bakmaya çalışacaklarına onları laik/sol paradigmanın ‘ışığında’ anlamlandırıyorlar. Toplumu ve ötekini tanımama hali epeyce rahatsız edici olmalı… Dolayısıyla hızlı ve kesin bir biçimde ‘tanıma’ arzusu çok güçlü. Bu da yüzeyselliği, şablonları ve giderek militanlaşmayı artırıyor.
Bu durumun görünen yüzü siyasete yansıyor. AKP’nin ‘faşist’, Erdoğan’ın ‘diktatör’ olduğu yönünde bir söylem çok uygun ve rahatlatıcı bulunuyor. Çünkü bu sayede hem aktivizm meşru hale geliyor, hem de artık toplumu tanıma ihtiyacınız kalmıyor. AKP seçmeni bütün iç karmaşıklığına karşın, bir anda ‘sürü’ olarak algılanarak siyasetin dışına itiliyor. Tek bir adamın iradesinden hareketle Türkiye analizi yapılabiliyor ve bunun ne kadar gülünç olduğu bile idrak edilemiyor.
Aktivizm durması tehlikeli bir tekerlek gibi sürekli negatif enerji pompaladıkça, laik/sol cemaatin gerçeklik algısı da zayıflıyor ve niyetlerini gerçeklerin yerine ikame etme eğilimi çok güçleniyor. Haziran-kasım aralığında da böyle oldu. Gerçeklikten kopuk bir ‘havalanma’ ve sonrasında kaçınılmaz hakikatle karşılaşma… AKP’nin ve İslami kesimin ‘fıtrat’ üzerinden açıklanmasını ima eden ideolojik bakış bir bumerang gibi laik/sol cemaati vurmuş gözüküyor. Çünkü yaşananlar neredeyse insanı onların fıtratı ile ilgili değerlendirme yapmaya itiyor.
Şimdi önlerinde aktivizmi değil siyaseti anlamlı kılan bir dört yıl var. Depresif olmanın âlemi yok. Bir süre yenilginin acısını örtmek üzere ortak depresyon seanslarıyla oyalanabilirler. Ancak bunu uzatmak hastalanmayı kabullenmek, yabancılaşmak ve marjinalleşmek anlamına gelir. Sonrasında kendini daha da kötü hissetmek durumunda kalmak var. Yapmaları gereken ise pek zor olmamalı: Topluma değil, toplumla konuşmaya açık olmaları yeterli…
* Etyen Mahçupyan - Akşam Gzt.