İnsan, bir “beşer”dir. Yani bir biyolog gözüyle bakılırsa “kendi bedenine yüklenmiş görevlerin eksiksiz yerine getirildiği bir makro-organizma”dır. Dahası insan, belki de bir hayvandır Aristo misali, ahlakî yönü unutulunca…
İnsan, yaratılışında gizem dolu bir varlıktır. Bazen eline bir lamba tutturur hemcinsini aydınlatır bazen de -Semavî dinlerin işaret ettiği gibi- yaratılışındaki gizemi unutur, ilerledikçe pusulasını şaşırır ve onu(insanı) uyarmak için peygamber gönderir Tanrı. Peki nedir insandaki bu gizem?
Gelin, Kur’an-ı Kerîm’den de yararlanarak açıklamaya çalışalım insanın gizemini. İnsan, kendine kutsallar edinen, kendi putunu oluşturan ve emin olun konjuktürel de düşünüyorsa –ki düşünüyor-kendi putunu yiyebilen aynı zamanda çift kutuplu bir varlıktır. Bazen nefs-i emmaresi baskın gelir fâcir olur; yıkar, yakar, yok eder, çiğner, ezer; bazen de takvaya bürünür, düşünür, anlar, okur, yargılar, soruşturur ve nihayet akleder. Nitekim Şems suresinde -6 ile 9. ayetler- yüce Allah’ın insanı ifade ederken; güvenilmez, anlık hatta zamansal veya konjuktürel bir varlık olarak tabir ettiği söylenebilir. Çünkü iyi gününde kalbini dinlese de kötü gününde nefsini “rabb” edinecek(Furkan suresi-43) kadar azgınlaşır.İnsan, aslî vazifesini unutup; kâinatta var olan kanunlar yerine kendi kanunlarını koymak ister. Yani varlığa; varlıkta var olan kanun, kural yerine kendi kanun, kuralını koymak ister çünkü kendi kanun, kuralları onun hoşuna gider. Ve onun hoşuna giden her şey onun için bir emredicidir.(Yusuf suresi-53.)
Mesela hevasını ilâh edinince birileri; Özgecanları kendilerine kurban seçerler. Veya erkek egemen bir toplumda yetişmişse ya kadını, köle edinir ya da kadını köleleştirir. Yine mesela insan, hayatta karşılaştığı bazı problemlerin üstesinden gelebilmek için kolaya kaçar(Nisa suresi-142) ve yapması, yerine getirmesi gerekenlerin yerine verdiği ödünleri bir kuralmışçasına uygulamaya kalkar. İşe alınabilmek için araya “dayı”larını koyar. “Onlardan olmazsam beni işe almazlar öyleyse onlardan olayım” dedikçe olandan vazgeçip, “olmak istenen” olur.
Başta “insan, kendine kutsallar edinir” demiştik. Kimin hicreti Allah’a ise onun hicreti Allah’adır hesabınca.(Buhârî, Bed’ulVahy, 1) Mesela Abdulmuttalib, Ebrehe’nin yanına giderken koyunlarını, develerini dert edinmişti. Allah’ın evinin savunulması, Allah’ın işi olduğu bilinciyle. Ama mesela İşıd’in derdi güya Allah’ın dinidir; sanki Allah(haşa) dinini savunacak güçte değil.(Hacc suresi-52)
Bu örnekler ve girişten sonra asıl konuya dönelim. İnsanoğlu, tarih boyunca ya fâcir yanını dinleyip dünyevî menfaatler peşinde koşmuştur ya da takva yönüne kulak verip kemale doğru akıp giden dünya hayatını cennetine vesile kılmıştır. Akıp giden ömür, zamanla insanı farklılaştırmış ve ne yazık ki son peygamberden sonra artık Tanrı’nın uyarısına da mazhar olmayacaktır insanlık. Rönesans dönemine kadar insanoğlunun bir amacı vardı: varlığın özellikle ontolojik anlamda esasını, aslını ortaya çıkarmak veya varlığın sırrına ermekti. Platon, Aristo, Farabi, İbn-i Sina ve daha birçok feylesof bu muammayı açmaya ömürler verdi. Meselenin belki de çözüleceği yoktu ancak en azından “çözüleceğine dair umut”lar vardı bu insanlarda.
Ne zaman Rönesans devrimi yaşandı artık insanlık; varlığı dile tabii kıldı ve epistemolojik araştırmalara yöneldi. Artık varlığın anlam kazanması, bir dilin anlam dünyasıyla belirlenir oldu. Ve böylelikle aslında bilimsellik denilen “anlam arayışı” yerini “neo-kutsallar arayışı”na bıraktı. Artık dinler, ideolojiler ve hatta istekler bile insan için bir ölüm veya öldürme vesilesi idi. Çünkü dilin anlam dünyası derin ise de dil sayesinde anlama yüklenen mana da derin idi. Mesela bir bilim dili haline gelen İngilizce söz konusu olunca akla hemencecik bilimsellik gelir. Çünkü İngilizce, bir dil olma etiketiyle birlikte aynı zamanda bir bilim dili etiketini de alıyordu. Bununla birlikte mecazî yönü itibariyle mevz-u bahis olsa Arapça, akıllarda canlanır. Çünkü bin altı yüz küsur yıldır üzerinde milyon cilt kitaplar yazılmasına rağmen henüz anlaşılamayan Kur’an-ı Kerim de o dil ile indirilmişti.(Yusuf suresi-2) Böylesi farklılıkların var olması, insanı sınırsız bir zihin sürecine sevk etmesi gerekirken; şimdilerde eli kolu bağlı biçimde fanatizmin, şiddetin, dışlamanın ve umutsuzluğun yükselişine vesile kılması manidar değil midir?
Deminden beri söylüyorum; zihinsel süreçlere tabii kılınan düşünme, her ne hikmetse yine de susma zilletini yaşıyordu. Eliyle karşı çıkamıyorsa kalbiyle, duygularıyla hatta aklıyla karşı çıkma gereği bile görmüyordu artık insanlık. Ve suskunluklar, daha da azdırıyordu nefsinin emirlerini dünyaya kanun diye satanları…
İlk örneğimiz Suud-i Amerika’dan olsun: Yıl 1979. Yer: Mekke. Arabistan halkı dönemin despot muktedirine karşı hak arayışında ve eksere(Halkın çoğunluğuna) göre hak olan kutsallar; kalîle(Halkın azınlığına-muktedirine) göre ise isyan anlamına geliyordu. Yine insanın fâcir yönü devreye girmiş ve gayr-ı müslimin girmemesi gereken Arabistan toprakları, bir Fransız yamyam tarafından halk, ateş altına alınmıştı hem de Mekke-i Mükerreme’de. Ama Müslüman coğrafyasından çıt yoktu. Çünkü kutsalları, kafalarında nevm-i kaylûlede idi. Yani eşyanın aslı, bu zulmü onaylamıyordu ancak aslın aslı olan insanlık maalesef dilsiz şeytanı oynuyordu yaşananlara karşı. Türümüz olan insan, manevi yetersizliğin eşiğine çoktan varmıştı. Zamanı ise müttefiki olarak görerek…
İkinci örneğimiz yine İslam dünyasından; yıl 16 Mart 1988. Yer: Halepçê. Amerika’nın desteğiyle aklını yitirmiş bir lider olan Saddam’ın yolunu kaybetmiş zaferi. Elmanın kokusuna benzetilen bir yıkımın çocukların burunlarında hissettirdiği tadın adı idi Halepçê hem de bırakın dünyayı Müslüman toplumunun gözü önünde… Oluklar çiftti, birinde zulüm, acımasızlık ve suskunluk diğerinde ise yıkım, göç ve kimsesizlik akıyordu… Kendini zamanın hâkimi ilan eden neo-kutsallar, tanrının yeryüzündeki simgesiydi adeta kendilerince.
Son örneğim de Berlin duvarı olsun. Yeni bir dünyanın kurucusu hükmünde olan Batı dünyasının yürek yarası olan Berlin duvarının yıkımında el ve gönül birliği yapan Avrupa; Avrupa Birliği adı altında yeni ve o kadar da sağlam bir birlik oluştururken; İslam dünyası, Enfal adı altında hem de İslamî bir kavram ile Saddam’ın, masum Kürt avını seyrediyordu.
Bir dil ile o dilin anlama verdiği mana ne mi dersin? Saddam’ın Enfal adı altında Kürt öldürmesi kadar dinî ve aynı ismi taşıması ile Arapların bu insanî dramı alkışlayacak kadar trajikomik… İngilizce tarihinde İngilizin kutsallarının kavramıyla yapılan bir vahşete şahit olamamıştı insanlık ancak buna mukabil son mükemmel din olan İslam’ın yirminci yüzyılda demagojik bir Enfal’a duçar olması nasıl açıklanır? İşte bir dil, böyle bir şey…
Hakan Işık - Fikir Zemini