Birkaç gündür, bir gazetenin başlığı harâretli tartışmaların konusu hâline geldi. Sâdece başlık da değil; mahreci, muhtevâsı da bu tartışmalara dâhil ediliyor. Ortada tuhaf bir durum olduğu ve bu hâdisenin lâlettayin bir hâdise olarak geçiştirilemeyeceği anlaşılıyor.
Başlık; mâlûm,”askerî çevrelerin duyduğu iddia edilen bir rahatsızlığı” dile getiriyor. Dil hakikâten çok katmanlı ve tuhaf bir evren..Devamlı olarak eğilip bükülüyor ve yan anlamlar üzerinden kendisini çoğaltıyor. Bu durum, çoğu defâ “anlatılanlar”dan çok, “ne anlatılmak istendiğine” odaklanmak zorunda kalıyoruz. Başka türlü ifâde edecek olursak; dil araçsal anlamından çıkıyor; bizi anlatımına aracılık ettiği şeyleri değil; içerdiği yarı açık, yarı kapalı veyâ örtük anlamları düşünmeye sevk ediyor. Dilsel aktarımlar üzerinden “sorunlarımızı” değil; bizzât bu aktarım sırasında sorunsallaşan dil meselelerini konuşmak zorunda kalabiliyoruz. İmâlar buna tipik bir örnektir.
Askerî çevrelerin “rahatsızlığı” bir şeyi anlatmaktan ziyâde, pek çok şeyi îmâ ediyor. Bu ifâdenin îmâ ettiği, “eğer bu rahatsızlık bildiriminden gerekli dersler çıkarılmazsa” olabileceklerin düşündürülmesidir. Şimdi düzleştirerek söyleyelim: “Bakın askerler rahatsız…Eğer askerlerin rahatsızlığına konu edilen hususlarda bir şeyler yapılmazsa; yâni bir mim konulup, mucîbince amel edilmezse olacakları bir düşünün” demeye getiriliyor.
Modern uygarlığın bir paradoksudur bu îmâlar meselesi..Uygar cesâret olarak tanımlanan söylem ve davranışlar açıklık ilkesine oturtulurken; nedense(!) örtük bir örüntü olan îmâların da uygar otorite değerleri arasında sayılması bu paradoksu berrak bir şekilde ortaya koyuyor. Aslında “otorite” ile “otoriterlik” arasındaki çelişkili sapma da bunu gösterir. Modern uygarlık, kendisini açık bir şiddet üzerinden ortaya koyan “otoriter” davranışı yererken; “otoriteleri” koyacak yer bulamaz. Otorite, şiddet yoluyla değil; “uyarıları” ile nesnelerini hîzâya sokar. Yâni yaptıkları ile değil; “yapabileceklerini” ihsas ettirerek kontrol sağlar. Bu da bizi “totaliterlik” ile “otoriterlik” arasındaki farka ulaştırıyor. Totaliter durum, belli bir otoritenin, otoriter olmayan yollar üzerinden ;meselâ yapabileceklerini îmâ ederek kontrol sağladığı durumdur. Bir örnekle açalım: Meselâ, eğer bir “baba” çocuğu üzerindeki kontrolü şiddet yoluyla sağlıyorsa o “otoriter” bir babadır. Ama eğer, “yapabileceklerini” îmâ ederek çocuğu kontrol ediyorsa tablo değişir. Burada da iki farklı alt örüntü yatar. Eğer, yaptırım gücü sağladığı korku-saygı karışımına dayanıyorsa “otoritesini” kullanan bir babanın “hegemonyasından” bahsederiz. Ama eğer sâdece “korkuya” dayalı bir sonuç elde ediyorsa, davranışları totaliterleşecektir.
Sultan Abdülaziz'in hâllinden başlayarak Türkiye'de ordunun sivil siyâsete pek çok müdahalesi oldu. Bu müdahaleleri meşrûlaştıran bir öz algıdır. Bu öz algıda askerî zihniyetin kendisini memleketin sâhib-i aslîsi olduğu cihetinde konumlandırdığını görüyoruz . Bir bakıma, askerî zihniyet kendisini her türlü sivil otoritenin üzerinde konumlamıştır. Elbette bu öz algıyı destekleyen târihsel dramatik olayların yaşandığının da biliyoruz. Bahsedilen kültürün hayli yerleşik bir kodu olduğu, bugünden yarına bir çırpıda yok olmayacağı da âşikârdır. Ama daha anlaşılmaz olan, sivil dünyâların bu duruma karşı geliştirdiği reaksiyonlardır. Bu reaksiyonlar, asker-sivil ilişkilerinin mâhiyetini “otoriter” veyâ totaliter olmaktan çıkarıp “hegemonik” hâle getiren bir mâhiyettedir. Esas sıkıntının da bu olduğunu düşünüyorum.
Ordunun başlıca iki kırmızı çizgisi olageldi. Bunlar “komünizm” ve “irticâ” olarak basitlenebilir. İlki daha çok Soğuk Savaş sırasında işledi. Diğeri ise ağırlıklı olarak Soğuk Savaş sonrası ortaya çıktı. Düşündürücü olan bu müdahalelerin sivil dünyâlar üzerindeki tesirleridir. Bu tesirler şaşırtıcı bir şekilde sivil siyâsetlerin stratejik ve taktik evrenlerini de belirlemeye başlamıştır. Odağa alınan değişkenin ne olduğuna göre, her müdahale sivil dünyâlarda aynı tesiri göstermemiştir. Meselâ, ordunun anti-komünist “rahatsızlıklarla” yaptığı müdahaleler, komünizmi bir tehdit olarak algılayan muhafazakâr çevreleri o kadar da rahatsız etmemiştir. Bu sûretle “hegemonik” bir bağ oluşmuştur. 27 Mayıs muhafazakâr -müteddeyyin kamuoyuna yönelikti. Sol çevreler buna alkış tuttu ve ileri demokratik hedeflerin sağlanması adına(!) generallere destek verdi. 12 Eylül ise tam tersini yaptı. Ağırlıklı olarak sol çevrelerin üzerine gitti. Bu defâ da müteddeyin-muhafazakâr çevreler sesini çıkarmadı ; hattâ destek verdi. 12 Eylül'den sonra gelen müdahaleler ise “mütedeyyin-muhafazakâr” çevreleri hedefleyince; 12 Eylül'de susan; hattâ destek olan bu çevreler feryâd etmeye başlamış; 12 Eylül askerî darbelere mâruz kalan “sol” çevreler bu defâ “için için” müdahalelerden memnun kalmışlardır.
Doğrusu ben, sıcağı sıcağına tartışılan son manşeti, hegemonik asker -sivil ilişkileri içindeki bir kışkırtıcılık olarak değerlendiriyorum. Bu tarz kışkırtmaların, asker-sivil ilişkilerinin seçmeci yakınlıklar üzerinden yürüyen hegemonik yapısı devam ettiği sürece önünün alınamayacağını düşünüyorum. …E-5'ten her geçişimde karşıma nal gibi çıkan “Kenan Evren Kışlası” tâbelâsı düşündüklerimin empirik kanıtı….
Süleyman Seyfi Öğün - Yeni Şafak